HESÂB (Hisâb):
Öldükten sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
(Ona şöyle diyeceğiz): Oku kitâbını, bugün üzerine hesâb görücü olarak nefsin sana yeter. (İsrâ sûresi: 14)
Âhirette hesâba çekilmeden önce, dünyâda iken hesâbınızı görünüz ve amelleriniz tartılmadan önce, kendinizi tartınız. (Hadîs-i şerîf-Risâle-i Münîre)
Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevâb vermedikçe hesâbdan kurtulamıyacaktır: Ömrünü nasıl geçirdin. İlmin ile nasıl amel ettin. Malını nereden nasıl kazandın ve nerelere sarfettin. Cismini, bedenini nerede yordun, hırpaladın? (Hadîs-i şerîf-İmâm-ı Tirmizî)
Dünyâyı helâldan kazanana, âhirette hesâb vardır. Haramdan kazanana, azâb vardır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hesâb, mîzân (amellerin tartılması) ve cehennem üzerine kurulacak olan ve nasıl olduğunu bilmediğimiz sırat köprüsü haktır. Muhbir-i sâdık (her sözü doğru olan Resûlullah efendimiz) bunları haber vermiştir. (İmâm-ı Rabbânî)
Riyâzet çekmenin yâni nefsin isteklerini yapmamanın ve mübâhları yâni yapılması emrolunmayan ve yasak da edilmeyen şeyleri zarûret miktârı kullanmanın, büyük bir faydası da; kıyâmet günü hesâbın kısa ve kolay olmasıdır. Âhiretteki derecelerin yükselm esine de sebeb olur... (İmâm-ı Rabbânî)
Bir insan, alış-veriş yaptığı kimse ile olan sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve doğru yapmalıdır. Kıyâmette, bunların hepsinden hesâb vereceğini bilmelidir. Bir kuruş hîle yapan, bir kuruş hak yiyen, cezâsını çekecektir. (İmâm-ı Gazâlî)

Hesâb Günü:
Öldükten sonra, dünyâda iken yapılan işlerden dolayı insanların sorguya çekilecekleri gün. Kıyâmet günü.

HEVÂ:
Nefsin arzu ve istekleri.
Nefsini hevâsına tâbi kılıp şehevî arzularının peşinde ömrünü tükettikten sonra Allahü teâlâdan Cennet isteyen ahmaktır. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
Nefsin arzû ve isteklerine hevâ denmesi, kimde bulunursa onu Cehennem'e düşürdüğü içindir. Hevâ sâhiblerine de ehl-i hevâ denmesi, bunlar Cehennem'e düşeceği içindir. (İmâm-ı Şa'bî)
Dünyâ (haramlar, mekruhlar, Allahü teâlâyı unutturan şeyler), insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. Netîcede Cehennem'e götürür. (Şems-i Tebrîzî)
Allahü teâlâ insanı beyhûde, boş yere yaratmadı ki, insan kendi hâline bırakılsın, istediğini yapsın ve nefsin hevâsına uysun. İnsan emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla emrolunmuştur. (Muhammed Ma'sûm)

HEYÛLÂ:
Eski felsefecilere göre, cisimlerin aslı kabûl edilen madde.
Allahü teâlâya, kâinâtın heyûlâsı ve aslı demek kadar alçaklık olmaz. (Muhammed Ma'sûm)

HIDÂNE:
Çocuğu kucağa almak, besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak. İslâm nikâhının bozulmasından sonra (ayrılıkta), çocuğu, selâhiyetli (yetkili) olan kimsenin yâni başkası ile evli olmayan annenin belirli bir yaşa gelinceye (oğlan çocuğu yedi, kız ye tişkin oluncaya) kadar yanında alıkoyması ve terbiye etmesi. Buna anneden sonra anneanne, sonra babaanne selâhiyetlidir.
Hıdâne, çocuğun anasına âittir. Bu hususta bütün ümmetin (müslümanların) icmâ'ı (sözbirliği) vardır. Çünkü anne şefkatlidir. Anneden sonra kız kardeşe, sonra teyzeye verilir. Oğlan çocuk yedi yaşına gelince, kız bâliga (ergenlik çağına gelince, yetiş kin) olunca babasına verilir. (İbn-i Âbidîn, Molla Hüsrev)

HIDIRELLEZ:
Yazın başlangıcı sayılan altı Mayıs günü. (Rûmî senede Nisan ayının yirmi üçüncü günü.)
Yıl, Hızır ve Kasım olarak ikiye ayrılır. Mayıs ayının altısında Hızır ile yaz başlar. 186 gün sürer. Kasım ayının 8'ine kadar devâm eder ve bundan sonra kış başlar. 179 gün (Şubat'ın 29 çektiği artık yıllarda 180 gün) sürer. Hıdırellez denmesinin se bebi; Mûsâ aleyhisselâmın ümmetinden bir velî veya peygamber olduğu bildirilen ve Kur'ân-ı kerîmde Kehf sûresi 65. âyet-i kerîmesinde: "Kullarımdan biri" ismi ile geçen Hızır'ın (Hıdır) kurak bir yerde oturması ile o yerin yeşerip dalgalanmaya başladığı, hadîs-i şerîfte (Peygamber efendimizin haber vermesiyle) bildirilmiştir. Bu sebeple yaz başlangıcında ortalığın yeşermeğe başladığı güne yeşil mânâsına gelen Hıdır günü, yine bu günde Hıdır ile İlyâs'ın buluştukları rivâyeti sebebiyle de Hıdırellez (Hıdır+İlyâs) denilmiştir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)
İslâmiyet, Hızır (Hıdır) ve hazret-i İlyâs'ın Allahü teâlânın sevgili kullarından olduğunu haber vermekte fakat onlar adına mukaddes bir günün varlığını bildirmemektedir. Hıdırellez gününün İslâm dîninde dînî hüviyeti ve kudsiyeti yoktur. Bundan dola yı 6 Mayıs'ta İslâmiyet'in beğenmediği, haram (yasak) ettiği şeyleri yaparak eğlenmek yasaktır. (Abdülhakîm Arvâsî)

HIFZ:
1. Koruma, ezberleme, saklama.
Kur'ân-ı kerîmi kıyâmete kadar Allahü teâlâ hıfz edecektir. Târihte ne zaman insanlar küfür (îmânsızlık) karanlıklarına düştülerse, Allahü teâlâ onları peygamber göndererek sapıklıktan kurtarmıştır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Îmân beş kal'anın içinde hıfz olunur. 1) Yakîn, 2)İhlâs, 3) Farzları yapma ve haramlardan sakınma, 4) Sünnete yapışmak, 5) Edebi gözetmektir. Her kim bu beş şeyi hıfz ederse, îmânını hıfz etmiş olur. Şâyet birini bile terk ederse düşman gâlib olur. (Kutbüddîn İznîkî)
2. Devâm etmek, yerine getirmek, gözetmek.
Kim şu yedi kelimeyi hıfz ederse Allahü teâlâ ve melekler katında kıymetlidir. Deniz köpüğü kadar günâhı olsa Allahü teâlâ affeder:
1) Bir işe başlarken Bismillah demek,
2) Her işin sonunda Elhamdülillah demek,
3) Dilinden lüzumsuz söz çıktığında, Estağfirullah (Allahü teâlâ'dan beni af etmesini, bağışlamasını istiyorum.) demek,
4) Yapacağı bir iş için inşâallah demek,
5) Kötü bir durumla karşılaştığında, Lâ havle velâ kuvvete illâ billah demek,
6) Bir musîbete uğradığında, İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn demek.
7) Gece ve gündüz, dilinden kelime-i tevhîdi düşürmemek. (Fakih Ebü'l-Leys Semerkandî)
3. Ezberlemek.

HIKD:
Başkasından nefret etmek, kalbinde ona karşı kin, düşmanlık beslemek.
Üç şeyden biri bulunmıyan kimsenin bütün günahlarının af ve mağfiret olunması umulur: Şirke (Allahü teâlâya ortak koşmaya), küfre (imânın gitmesi haline) yakalanmadan ölmek, sihir (büyü) yapmamak ve din kardeşine hıkd beslememek. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Hıkd eden kimse; iftirâ, yalan ve yalancı şâhitlik ve dedikodu ve sır ifşâ etmek (açıklamak) ve alay etmek ve haksız olarak başkasını incitmek, hakkını yemek ve ziyâreti kesmek günâhlarına yakalanır. (Muhammed Hâdimî)
Gadab eden, kızan kimse, intikamını alamayınca, gadabı hıkd hâlini alır. (Muhammed Hâdimî)

HINÂS:
Hünsâlar. (Bkz. Hünsâ)

HIRİSTİYANLIK:
Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak din olan Îsevîliğin bozulmuş şekli.
Hazret-i Îsâ'ya İncîl isminde bir kitab nâzil oldu (indi). Fakat yahûdîler bu kitabı seksen sene içinde yok ettiler. Asıl İncîl'i değiştirerek şahsî düşüncelerin ve bozuk inanışların yer aldığı yeni İncîller yazdılar, böylece hıristiyanlık dîni ortay a çıktı. (Manastırlı Hâcı Abdullah Abdi Bey)
Zamanla hıristiyanlık büyük devletlerin resmî dîni hâline gelince, Ortaçağda korkunç bir karanlık devir başladı. Hazret-i Îsâ'nın telkin ettiği insanlık, merhamet ve şefkât esasları tamâmen unutuldu. Bunun yerine hıristiyanlar taassubu, kin ve nefret i, düşmanlığı ve zulmü ele aldılar. Hıristiyanlık adı altında akla hayâle sığmaz mezâlim (zulüm ve haksızlıklar) yaptılar. İlmin ve fennin karşısına çıktılar. Galîle gibi dünyânın döndüğünü bildiren bir bilgini dinsizlikle ithâm ederek sözünü geri almazsa öldürmekle tehdit ettiler. İspanyol doktoru ve teoloğu (din bilgini) Michel Serve'yi de teslîsi (üçlü ilâh sistemini) ve hazret-i Îsâ'nın ilâhlığını reddetmek için yazdığı kitaptan dolayı, 1553'de Geneve'de diri diri yaktılar. Engizisyon mahkem eleri kurarak yüz binlerce insanı haksız yere dinsiz diyerek türlü türlü işkencelerle öldürdüler. Ancak Allah'a mahsus olan günâh affetme kudretini, pazlara verdiler. Hattâ para karşılığı Cennet'ten yerler sattılar. (Şemseddîn Sâmi ve Harputlu İshâk Efendi)
Hıristiyanlık dînine göre; insanlar günâhkâr olarak doğar, hazret-i Îsâ insanları bu günâhtan kurtarmak için dünyâya gelmiştir. Allah'ın oğludur. İnsanlar doğrudan doğruya Allah'tan bir şey isteyemezler, ancak râhibler (din adamları) insanların yerin e Allah'a yalvarabilir ve onların günâhını affedebilirler. Hıristiyanlığın başında papa bulunur, papa günâhsızdır. İsmi İncîl'de bildirilmesine rağmen Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini kabûl etmezler. Onlarca vaftiz yâni yüze su serperek veya vücûdu suya batırarak yıkamak, ekmek üzerine şarap dökerek yemek, ibâdettir. (Harputlu İshâk Efendi ve El-Hac Abdullah bin El-Hac Destan Mustafa)

HIRKA-İ SEÂDET:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmdan (Peygamberimizin arkadaşlarından), Kâ'b bin Züheyr'e, yazdığı güzel kasîdesinden dolayı hediye ettiği bu hırka, İstanbul'da Topkapı Sarayı Müzesi Hırka-i Seâdet dâiresinde diğer kuts al emânetlerle birlikte muhâfaza edilmektedir. Asırlardan beri İslâm devletleri tarafından büyük bir ihtimâmla (titizlikle) korunan Hırka-i Seâdet, Mısır'ın fethi üzerine Mekke Şerîfi tarafından diğer kutsal emânetlerle birlikte Yavuz Sultan Selîm Han'a teslim edildi. Yavuz Sultan Selîm Han'ın mukaddes emânetlerle birlikte Mısır'dan İstanbul'a getirdiği Hırka-i seâdet bir müddet Harem dâiresinde kaldı. Daha sonra Topkapı Sarayı'nda Hırka-i Seâdet dâiresi yaptırılarak orada muhâfaza edilmeye başlandı.
Peygamber efendimize âit mübârek eşyâların, bilhassa Hırka-i Seâdet'in bütün müslümanların yanında çok büyük değeri ve özel bir yeri vardır. Osmanlılar zamânında her yıl Ramazan ayının on beşinci günü pâdişâhın ve diğer devlet ileri gelenlerinin katı ldığı özel bir merâsimle (törenle) özel sandukası içinde bulunan Hırka-i Seâdet ziyâret edilirdi. Önce pâdişâh, sonra işâret ettiği kimseler sıra ile Hırka-i Seâdet'e yüzlerini ve gözlerini sürerek öperlerdi. Pâdişâh, üzerinde bir kıt'a yazılı buluna n tülbentleri Hırka-i Seâdet'e sürüp ziyârete gelenlere dağıtırdı. Merâsim bittikten sonra Hırka-i Seâdet sandukasını pâdişâhın kendisi kilitlerdi. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

HIRKA-İ ŞERÎF:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sağlığında büyük velî Veysel Karânî hazretlerine verilmesini vasiyet ettiği mübârek hırkası. Veysel Karânî'ye hediye edilen bu hırka, İstanbul Fâtih'teki Hırka-i Şerîf Câmii'ndedir.
Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem vefâtı yaklaşınca, hırkanızı kime verelim? dediler. "Üveys-i Karânî'ye verin. Alıp giysin ümmetime de duâ etsin" buyurdu.
Hazret-i Ömer ve hazret-i Ali, Hırka-i şerîfi Veysel Karânî'ye verdiler. Hırka-i şerîfi hürmetle (saygıyla) alıp, öptü, kokladı, yüzüne gözüne sürdü. Secdeye kapanıp şöyle duâda bulundu; "Yâ Rabbî! Sevgili Peygamber efendimiz, ben âciz kuluna hazret- i Ömer ve hazret-i Ali ile Hırka-i şerîflerini göndermiş" diyerek günâhkâr müslümanların affı için duâ etti. Bir çok günâhkâr müslümanın affolduğu bildirilince, Hırka-i şerîfi hürmetle giydi. (Molla Câmî, Ferîdüddîn Attâr, Ebû Nuaym)
Veysel Karânî, kendisine hediye edilen Hırka-i şerîfi savaşta dahi yanından ayırmayıp canı gibi muhâfaza ederdi. Veysel Karânî'nin vefâtından sonra titizlikle muhâfaza edilen Hırka-i şerîf, Şükrullah Efendi isminde bir şahıs tarafından 1618'de Osmanl ı pâdişâhı Sultan İkinci Osman Hân'a getirilip hediye edildi. Sultan Abdülmecîd Han bu Hırka-i şerîfin muhâfaza edilmesi için Fâtih civârında Hırka-i Şerîf Câmii'ni yaptırdı. Her yıl Ramazân-ı şerîf ayında Şükrullah Efendinin torunları tarafından halka ziyâret ettirilen Hırka-i şerîf, üzerinde âyet-i kerîmeler yazılı altın işlemeli bir örtü içindedir. (Yeni Rehber Ansiklopedisi)

HIRS:
Bir şeye aşırı düşkünlük, şiddetli istek.
İki aç kurt bir koyun sürüsüne girdiği zaman yaptıkları zarardan, mal ve şöhret hırsının insana yapacağı zarar daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Âdemoğlu helâk olsa, ihtiyârlasa bile, onda hırs ve emel (istek) yine kalır. (Hadîs-i şerîf-Hilyet-ül-Evliyâ)
Hırslı insan, helâl haram demeden her istediğine kavuşmak, başkalarının zararına da olsa, beğendiği şeyleri toplamak, ister. Hırs veya tamah, kalb hastalıklarındandır. Hırs ve tamahkârlığın en kötüsü insanlardan (bir şeyler) beklemektir. (İmâm-ı Gazâlî) Hırsı bırak da yorulma Geçimde tamaha kapılma Niçin malı cem' edersin Kime topladın bilemezsin Rızk vaktiyle ayrıldı Sû-i zan faydasız kaldı Her hırs sâhibi fakirdir Her kanâatkârsa zengin.
(Behlül Dânâ)

HIRZ ÂYETLERİ:
Okunduğunda veya üzerinde taşındığında Allahü teâlânın muhâfazasına (korumasına) kavuşmaya vesîle (sebeb) olduğu bildirilen âyet-i kerîmeler. (Bkz. Âyât-ı Hırz)

HIYÂNET:
Hâinlik. Birine kendini emîn tanıttıktan sonra, o emniyeti bozacak iş yapmak; vefâsızlık, îtimâdı kötüye kullanmak, sözünde durmamak.
Kibirden, hıyânetten ve borçtan temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer Cennet'tir. ( Hadîs-i şerîf-Mişkât)
Allah'ım! Açlıktan sana sığınırım. Açlık ne kadar acıdır. Hıyânetten sana sığınırım. Hâinlik ne kötü şeydir. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)
Ticârete hıyânet karışırsa bereket gider. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
Hıyânet haramdır. Münâfıklık (iki yüzlülük) alâmetidir. Hıyânetin zıddı emânettir, emin olmaktır. Mü'min, herkesin malını, canını emniyet ettiği kimsedir. Emânet ve hıyânet, malda olduğu gibi, sözde de olur. (Muhammed Hâdimî)

HIYÂR:
Serbest olma. Yapılan bir akdden yâni sözleşmeden vazgeçebilmek hakkı. (Bkz. Muhayyerlik)

HIZIR ALEYHİSSELÂM:
İbrâhim aleyhisselâmdan sonra yaşamış bir peygamber veya velî.
Hızır aleyhisselâm Zülkarneyn aleyhisselâmın askerinin kumandanı ve teyzesinin oğludur. Mûsâ aleyhisselâm ile görüşüp yolculuk etti. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden değildir. Fakat vefâtından sonra rûhu insan şeklinde gözüküp garîblere, kimsesizle re yardım etmektedir. Mûsâ aleyhisselâm ile karşılaşmaları ve birlikte yolculuk yapmaları Kur'ân-ı kerîmin Kehf sûresi 60-82. âyetlerinde bildirilmiştir. (Râzî, İbn-i Hacer, Süyûtî, İmâm-ı Rabbânî)
Ebü'd-Derdâ radıyallahü anh bir gün Mekke-i mükerremede bir dağın üzerine çıktı. Orada hâlinden ve tavrından sâlihlerden olduğu anlaşılan birisini gördü. Yanına giderek "Bana nasîhat et" dedi. O da; "Nasîhat olarak ölüm sana kâfidir" dedi. Ebü'd-Derd â; "Daha fazla nasîhat et" deyince, o da; "Gam, tasa bakımından kabri düşünmek kâfidir" dedi. Bunun üzerine Ebü'd-Derdâ, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem huzûruna gelerek bu hâli haber verdi. Peygamber efendimiz; "O zât, kardeşim Hızır'dır" buyurdu. (Mevlânâ Abdurrahmân Câmi)
Âlimlerin çoğu Hızır aleyhisselâmın öldüğünü bildirdi. Eğer hayatta olsaydı, Peygamber efendimize gelir, birlikte Cumâ namazı kılar, sohbetinde ve cihâdlarında bulunurdu. (Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî)
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine, lâ ilâhe illallah, zikrini Hızır aleyhisselâm öğretti. (Hüseyn Vâiz-i Kâşifî)
Bir gün sabah vakti toplanmıştık. İlyas aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm ruhânî şekillerde geldiler. Hızır aleyhisselâm rûhânî olarak dedi ki; "Biz ruhlar âlemindeniz. Allahü teâlâ bizim ruhlarımıza öyle bir kuvvet vermiştir ki, insan şeklini alır ız. İnsanların yaptığı işleri bizim ruhlarımız da yapar. İnsanların yaptığı gibi yürürüz, dururuz, ibâdet ederiz". (İmâm-ı Rabbânî)
Her gördüğünü Hızır bil, her geceyi kadir bil. (Hakîm Süleymân Atâ)

HİBE:
Bağış. Bir malı karşılıksız olarak başkasına verme. Hibe edilen mala hediye denir. (Bkz. Hediye)
Malı verenin, hibe ettim gibi âdet olan sözü söylemesi, alanın da kabûl ettim demesi veya kabz etmesi (eline alması) lâzımdır. Alacağını borçluya hibe eden, artık bunu geri isteyemez. (İbn-i Âbidîn)
Hibe sevab kazanmak maksadiyle yapılır. Hibe eden dünyada hayırla anılır, hibesini sırf Allah için yaptıysa ahirette karşılığını görür. (İbn-i Âbidîn)
Yeşilay, Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu gibi çeşitli isimler altında kurulmuş olan yardım teşkîlâtları, dînin hibe ahkâmına (hükümlerine) tâbidirler. Yâni bunlar, yardım yerleridir. Vakf değildirler. Vakf malı, vakfeden kimsenin koyduğu şartlara göre idâre edilir. Yardım müesseseleri ise, başkanlarının emrine göre iş görür. (M. Sıddîk bin Saîd)

HİCÂB:
Örtü, perde, avret yerlerini örtme, örtünme. (Bkz. Setr-i Avret)
Setr-i avret denilince, her ne kadar kadınların hicâbı anlaşılıyorsa da, kelime, mânâ ve mefhum olarak erkek ve kadınların örtmeleri gereken yerlerini örtünmelerini içine almaktadır. (Muhammed Mensûr ez-Zemân)

HİCR:
1. Men etmek; akıl ve bâliğ olmamış çocuk, deli, bunak, sefih yâni malını kötü yere harcayan ve borçlu gibi kimseleri, tasarruf-i kavlîsinden yâni alış-veriş, kirâlama, havâle, kefillik, emânet ve rehin alıp-verme, hibe gibi işlerin tasarruflarından men' etme.
Sefîh yâni nafaka te'min ederken malını isrâf edip dînin ve aklın uygun görmediği lüzumsuz yere harcayan ve haramlara sarf eden, hâkim tarafından hicr edilir. Dîn-i İslâm'dan ayrılmak için hîle-i bâtıla öğreten hocalar, câhil tabib ve eczâcılar ve hî leli iflâs yapan tüccarlar, câhil hâkimler, hîle yapan satıcılar, ihtikâr yapanlar (karaborsacılar) da hicr edilir. (İbn-i Âbidîn)
2. Dostluğu bırakmak, dargın olmak.
Mü'minin mü'mine üç günden fazla hicr etmesi helâl olmaz. Üç geceden sonra ona gidip selâm vermesi vâcib olur. Selâmına cevâb verirse, sevâbda ortak olurlar. Vermezse günâh, ona olur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Erkek olsun, kadın olsun, dünyâ işleri için mü'minin mü'mine hicr etmesi câiz değildir. (Muhammed Hâdimî)

Hicr Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin on beşinci sûresi.
Hicr sûresi, Mekke-i mükerremede nâzil oldu (indi). Doksan dokuz âyet-i kerîmedir. Îtikâd bilgilerine, ahlâka, insanların ve cinnîlerin yaratılışına, târihî ve bilhassa İbrâhim, Lût, Şuayb, Sâlih ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Cezîret-ül-arab'ın kuzeybatı tarafında Medîne-i münevvere ile Berr-üş-şâm arasında eski bir şehir olan Hicr ülkesi halkının, inanmadıkları için ilâhî gazaba uğramaları anlatıldığından, Sûret-ül-hicr denilmiştir. (Senâullah Dehlevî)
Hicr sûresinde Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki:
Kur'ân-ı kerîmi sana biz indirdik. Biz onu elbette koruyucuyuz. (Âyet: 9)

HİCRET:
Bir yerden başka bir yere göç etmek.
1. Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye göç etmesi.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) elli üç yaşında iken, Allahü teâlânın izni ile Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret eyledi. Safer ayının yirmi yedinci Perşembe günü sabah erken evinden çıkarak, öğleden sonra Ebû Bekr-i Sıddîk'in evine geldi. Birlikte Sevr dağındaki mağaraya gittiler. Bu dağın yolu çok bozuk idi. Peygamber efendimizin mübârek ayakları kanadı. Mağarada üç gece kalıp, Pazartesi gecesi yola çıktılar. Bir hafta yolculuktan sonra Eylül ayının yirminci ve Rebî-ul-evvelin sekizinci Pazartesi günü Medîne'de Kubâ köyüne geldiler. Rebî-ul-evvelin on ikinci Cumâ günü Medîne'yi şereflendirdiler. (Ahmed Cevdet Paşa, Kastalânî)
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Medîne'ye hicret edince; "Mü'minlere saldıran zâlimlerle cihâd yapmaya izin verildi" meâlindeki Hac sûresi 139. âyet-i kerîmesi geldi. (Kâdı Beydâvî)
2. Müslüman bir kimsenin, dînini korumak için, kâfir memleketinden, İslâm memleketine göç etmesi.
İşte ben de dînimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa önüme çıksın. (Hazret-i Ömer)
Dâr-ül-harbde (müslüman olmayan memlekette) îmâna gelenin, Dâr-ül-İslâm'a (İslâm memleketine) hicret etmesi vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)
3. İslâm memleketinde fitne ve kötülük bulunan bir yerden iyi bir yere göç etmek.
Herc (karışıklık) , fitne zamânında yapılan ibâdet, benim yanıma (Mekke'den Medîne'ye) hicret etmek gibidir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Dînini muhâfaza için hicret eden, Cennet ile müjdelendi. Bir mahallede sâlih, ârif kimse kalmayıp, bozukluk ve bid'at, dinde olmayan şeylerin yapılması artınca, başka mahalleye hicret etmek veya böyle bir şehirden başka şehre hicret etmek vâcib olur. (İsmâil Hakkı Bursevî)

HİCRÎ:
Resûlullah efendimizin hicreti ile başlayan hicrî kamerî veya hicrî şemsî takvime göre olan târih.

Hicrî Kamerî Sene:
Resûlullah efendimizin hicret ettiği senenin 1 Muharrem gününü (Mîlâdî 16 Temmuz 622 Cumâ gününü) başlangıç olarak alan ve ayın dünyâ etrâfında on iki defâ dönmesini (354-367 güneş günü) bir yıl kabûl eden takvim senesi. Muharremin birinci günü, hicr î kamerî yılbaşıdır.

Hicrî Kamerî Takvim:
Peygamber efendimizin Medîne'ye hicret ettiği senenin Muharrem ayının birinci gününü başlangıç olarak alan ve gökteki ayın, dünyâ etrâfında on iki defâ dönmesiyle bir yılı tamamlayan takvim.

Hicrî Sene:
Resûlullah efendimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret ettiği seneyi başlangıç olarak alan takvim senesi.

Hicrî Şemsî Sene:
Resûlullah efendimizin hicret ederek Medîne'ye girdiği Eylül ayının 20'nci Pazartesi günü başlayan ve dünyânın güneş etrâfında bir defâ dönmesini (365,242 güneş gününü) esas alan takvim senesi.

Hicrî Şemsî Takvim:
Resûlullah efendimizin Medîne'ye hicreti esnâsında Kubâ köyüne ayak bastığı Rebî'ul-evvel ayının sekizinci Pazartesi gününe rastlayan mîlâdî Eylül ayının yirminci gününü başlangıç ve güneş yılını esas alan takvim.

HİCV:
Birini şiirle yerme, kötüleme.
Hassân bin Sâbit, bir defâsında kâfirlerin yüz karasını ortaya koyan bir hicvini okuduktan sonra, Peygamber efendimiz; "Ey Hassân! Müşriklerin, kâfirlerin yüz karalarını ortaya koy! Cebrâil seninledir. Eshâbım silâhla harb ettikleri gibi sen de dil ile harb et" buyurdular. (İbn-i Hişâm)
Bir kimsenin; kötü, çirkin, fâhiş ve hicvedici sözlerle, Allah'a, Resûlüne ve Eshâbına karşı yalan sözler söylemesi haramdır. Dinleyen de söyleyen gibi günahkârdır. Kâfirleri ve bid'atleri yermek câizdir. Nitekim Hassân bin Sâbit, şiirleri ile Resûl- i ekremi över, kâfirleri yererdi. Resûl-i ekrem de bunu ona emretmişti. (İmâm-ı Gazâlî)
Başkalarını hicveden ve fuhuş, içki anlatan ve şehveti harekete getiren şiirleri tegannî ile makam ile okumak her dinde haramdır. Harama sebeb olan şeyler de haram olur. (Âlim bin Alâ)

HİDÂYET:
1. Doğru yolu gösterme, doğru, Allahü teâlânın râzı olduğu yolda bulunma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Hidâyeti vererek, dalâleti satın aldılar. Bu alışverişlerinde birşey kazanmadılar. Doğru yolu bulamadılar. (Bekara sûresi:16)
Hidâyet yolunu öğrendikten sonra, peygambere uymayıp mü'minlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehennem'e sokarız. (Nisâ sûresi: 114)
İbâdetlerini ihlâs ile (Allahü teâlânın rızâsı için) yapanlara müjdeler olsun. Bunlar hidâyet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İnsan yaratılışta; hidâyet ve dalâlet olmak üzere iki taraflıdır. Ona hidâyet, üstünlük tarafını tanıtabilmek ve bunu kuvvetlendirmeye çalışmasını sağlamak için bir hoca, bir üstâd lâzımdır. (Muhammed Hâdimî)
2. Cenâb-ı Hakk'ın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsân etmesi ve kulun rızâsını kendi kazâ ve kaderine tâbi eylemesi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarsa, Allah'ın ve lânet edenlerin lânetleri bunların üzerine olsun. (Nisâ sûre: 106)

HİDDET:
Öfke, kızgınlık. (Bkz. Gadab)
Bütün kötülüklerin anahtarı hiddettir. (Ca'fer bin Muhammed Firyâbî)
Kibir; hiddet ve cehâletten doğar. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
İslâmiyet'ten, kitaptan olmayıp da, kendi kafasından çıkarıp, sert, hiddetli vâz vereni dinlemek de, vâizin gadabına sebeb olur. (Hâdimî)

HİKMET:
1. Nübüvvet (peygamberlik).
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ ona (Dâvûd aleyhisselâma) saltanat ve hikmet verdi. (Bekara sûresi: 251)
2. Faydalı ilim.
Hikmetin başı Allah korkusudur. (Hadîs-i şerîf-Beyhekî ve Deylemî)
Hikmet, mü'minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın. (Hadîs-i şerîf-Kunûz-ül-Hakâyık)
3.Edeb, ahlâk ve nasîhat ile ilgili güzel sözler.
Şiirin bâzısı hikmettir. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i Mazharî)
Hikmet ve nasîhat bildiren şiirler yazmak ve sesle okumak helâldir. Şehvete âit ahlâksız şiirler okumak haramdır. Bunları okumak kalbde nifak, bozukluk yapar. (Süleymân bin Cezâ)
Denildi ki, fazla yemekte beş zarar vardır: 1) Allah korkusu kalbden gider. 2) Mahlûkâta (yaratılmışlara) karşı merhamet duygusu kalbden çıkar. 3) Ağırlık verir, tâat ve ibâdete mâni olur. 4) Hikmetli sözleri konuşsa da başkalarına te'sir etmez. 5) M ühim hastalıklara sebeb olur. (İmâm-ı Gazâlî)
4.Gizli sebep, fâide.
Gökyüzüne, yıldızlara, bunların hareketlerine, doğup-batışlarına, ay ve güneşe, doğuş ve batış yerlerinin her gün değişmesine... mevsimlerin ayırımı için güneşin yüksek ve alçak olarak seyrine, gitmesine bir bak. İyi bil ki, her yıldızın yaratılmasın da, şeklinde, renginde, bulunduğu yere konmasında binbir hikmet vardır. Bedenindeki organların durumunu da buna göre düşün. Onun da her parçasında ve her uzvun (organın) o yere konmasında pekçok hikmetler vardır. Gökler ise bundan daha önemlidir. (İmâm-ı Gazâlî) Müntezamdır cümle ef'âlin senin Aklı ermez, hikmetine kimsenin.
(S. Abdülhakîm Arvâsî)
5. Fıkıh ilmi, helâl ve harâmı bildiren din ilmi.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ dilediği kimseye hikmet verir. Hikmet verilen kimseye muhakkak çok hayır verilmiştir. (Bekara sûresi: 269)
6. İlm-i Ledünnî, mânevî ilim.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Biz, âl-i İbrâhim'e kitab ve (ondan ayrı olarak) hikmet verdik. (Nisâ sûresi: 54)
Kırk gün ihlâs ile İslâmiyet'e uyan kimsenin kalbini Allahü teâlâ hikmet ile doldurur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
7. Peygamber efendimizin sünneti.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken, Allahü teâlâ içlerinden, onlara, âyetlerini okur, (îtikâd, amel ve ahlâk bakımından) onları tertemiz yapar, onlara Kitabı (Kur'ân-ı kerîmi) ve hikmeti öğretir bir peygamber gönderdiği gibi mü'minlere büyük bir lütûfta bulunmuştur. (Âl-i İmrân sûresi: 164)

Hikmet-i Amelî:
İslâm ahlâkı.
Hikmet-i amelî; iyi huyları ve yararlı işleri, kötü huylardan ve çirkin işlerden ayırır. (Ali bin Emrullah)

Hikmet-i Nazarî:
Fen bilgileri.
Hikmet-i nazarî, maddenin hakîkatini anlamağı sağlar. (Ali bin Emrullah)

HİLÂF:
Karşı, muhâlif, âdet ve kâidenin aksine.
Mucizelerin hepsi âdetin hilâfına olarak cereyân eder. (Hindli Rahmetullah Efendi)

Hilâf-ı Evlâ:
Yapılması sevâb fakat yapmamakla günâha girilmeyen hareket.
Müstehâbı terk etmek mekrûh değil, hilâf-ı evlâdır. (İbn-i Âbidîn)

HİLÂFET:
Halîfelik, emirlik, imâmlık (devlet reisliği).
1. Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra bütün müslümanlara imâmlık ederek İslâmiyet'in emirlerinin tatbik edilmesine nezâret edip, İslâmiyet'e ve müslümanlara karşı yapılan her türlü müdâhaleye cevap vermek vazîfesi. (Bkz. Halîfe)
Benden sonra hilâfet otuz senedir. Sonra melik-i adûd olur (ısırıcı sultanlar gelir). (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Biz bu işe, Peygamberlikle ve Allah'ın rahmeti ile başladık. Bundan sonra hilâfet ve rahmet olur. Ondan sonra melik-i adûd olur. Ondan sonra da ümmetimde zulüm, işkence ve karışıklık olur. (Hadîs-i şerîf-İzâlet-ül-Hafâ)
Dört büyük halîfenin birbirinden yükseklikleri hilâfetleri sırası iledir. Çünkü İslâm âlimlerinin sözbirliğine göre; peygamberlerden sonra insanların en üstünü Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri, ondan sonra Ömer-ül-Fârûk hazretleri sonra hazret-i Osman, s onra hazret-i Ali'dir. (İmâm-ı Rabbânî)
2. İnsanları doğru yola sevk eden bir velînin, bir talebesinin mânen yetiştiğine ve başkalarını da yetiştireceğine dâir izin vermesi.
Kendisine hilâfet verilecek zâtın bâtınının (yâni kalbi ve diğer âzâlarının) nisbete ve hallere kavuşmuş olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması ve sabr, tevekkül, kanâat, rızâ, teslim sâhibi olması dünyâya düşkün olmaması l âzımdır. (Abdullah-ı Dehlevî)
Ahmed-i Yekdest hazretleri Serhend'de Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin hizmeti ile şereflendi. On bir sene kahvesini pişirdi. Sonra hilâfet verilip Mekke-i mükerremede irşâda, insanları doğru yola dâvete memur oldu. Otuz dokuz sene bu vazîfeyi yaptıktan sonra 1707'de Mekke'de vefât etti. (Seyyid Yahya Efendi)

Hilâfet-i Mutlaka:
Tasavvufta bir velînin bir talebesinin mânen yetiştiğine ve başkalarını da yetiştirebileceğine dâir verilen mutlak izin.
Ahmed Sa'îd-i Serhendî, babası ile birlikte Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetinde bulunup Nakşibendî yoluna girdi. On beş yaşında bu sohbetlerle kemâle geldi. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri evlenmemiş idi. Bunu oğulluğa kabûl buyurdu. Hilâfet-i mutlaka ile şereflendirdi. Çok velî yetiştirdi. 1861'de Medîne-i münevverede vefât etti. (Ebû Zeyd Fârûkî)

HİLÂLLEMEK:
Abdest alırken, el ve ayak parmakları ile sakalın ve kadınlarda sık saçların arasına ıslak parmaklarını sokarak hareket ettirmek.
Parmaklarınızın arasını hilâlleyiniz ki, Allahü teâlâ da onları kıyâmet gününde ateşle hilâllemesin. (Hadîs-i şerîf-Taberânî, Câmi-üs-Sagîr)
Abdest alırken ayak parmaklarını hilâllemeye ehemmiyet vermeli, müstehab deyip geçmemelidir. Müstehabları hafîf görmemelidir. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği şeylerdir. (İmâm-ı Rabbânî)

HÎLE:
Sahtekârlık, hud'a. Aldatmak, yanıltmak.
Hîle ile rızık artmaz. Malın bereketini giderir. Hîle ile azar azar biriktirilen şeyler, ansızın gelen bir felâketle, birden bire giderek geride yalnız günâhları kalır. Her san'atta hîle yapmamak farzdır. Çürük iş yapmak ve gizlemek haramdır. (Muhammed Gazâlî)

Hîle-i Bâtıla:
Haramı helâl ve helâli haram yapmak veya farzı kendisine uygun gelecek şekilde yapmak yâhut birinin hakkına mâni olmak veya haksız mal ele geçirmek için yapılan hîle.
Farz olduktan sonra zekât vermemek için hîle-i bâtıla yapmak haramdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Haramı helâl yapmak için hîle-i bâtıla yapmak yahûdîlerin âdetidir. (Abdülganî Nablüsî)

Hîle-i Şer'iyye:
Şer'î (dînî) çâre. Müslümanların, İslâmiyet'e uymaları ve haram işlememeleri için ihtiyatlı yol aramaları. Herhangi bir hususta İslâmiyete uymağa mani bir durum bulununca o şeyi yapabilmek için kolay olan bir çâre aramak veya bu sûretle bulunan çıkış yolu.
Âciz olanın, zarûrete düşenin, ibâdetini kaçırmamak veya haram işlememek için hîle-i şer'iyye yapması lâzım olur. (Süleymân bin Cezâ)

HİLL:
Hac veya umre için ihrâma girilen mîkât denilen yerler ile Harem yâni Mekke şehri sınırı arasına verilen ad. Harem adı verilen yerde ihramlı iken yapılması haram (yasak) edilen şeyler, burada helâl olduğu için Hill adı verilmiştir. Hill'in Mekke-i mü kerremeye en yakın yeri batı taraftaki Ten'im denilen yerdir.
Mîkâttan (ihrâma girilen yerden) geçerken bir iş için Hill'de kalmayı niyet edenlerin ve Hill'de oturanların hacdan başka niyetle ihrâmsız (iki parçadan meydana gelen dikişsiz elbise olmaksızın) Harem'e girmeleri câizdir. Meselâ Cidde şehri Hill'dedi r. Hac için, Hill'de oturanlar Hill'de; Harem'de oturanlar Harem'de ihrâma girerler. (M.Mevkûfâtî)
Hac etmemiş fakîrin başkası yerine hacca gitmesi câiz ise de, Hill'e gidince, kendisine de hac etmek farz olur. Mekke'de kalıp sonraki senede kendi haccını yapması lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)

HİLKAT:
1. Yaratılış, yaratılma.
Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize devâ, korkulara, sıcağa-soğuğa, açlığa-susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanlar ile düşmanların hücumlarına karşı koyacak vâsıtaları bulduğunuz şu yer kür esi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havası kudret kimyâhânesinde imbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz? (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
İslâmiyet'i işitmeyen çok kimse vardır ki, önceleri bozulmuş, uydurulmuş dinlerin mensuplarına aldanmışlar, astronomide ve fen mensuplarına ve bilhassa tıb ilminde gördükleri nizamlı hâdiselerin birbirlerine bağlantılarını düşünerek, hilkatin sırları nı bu hesaplı düzenin hakîkatini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-i selîmleri ile İslâmiyet'in bildirdiği güzel ahlâkın bir çoğunu bulup müslüman gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır. (M. Sıddîk bin Saîd)
İnsanın hilkatından maksat, kulluk vazîfelerini yapmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Doğuştan gelen vasıf, cibiliyet, fıtrat. (Bkz. Fıtrat)

HİLLET (Hullet):
Halîl (dost) olmak, dostluk. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâma mahsûs bir makâm.
Hillet makâmı, asâleten İbrâhim aleyhisselâma mahsûstur. (İmâm-ı Rabbânî)

HİLM:
Yumuşak huylu olmak, kızmamak. Gücü yettiği halde affetmek.
Yâ Rabbî! Bana ilim ver. Hilm ile zînetlendir. Takvâ (haramdan kaçmayı) ihsân eyle! Âfiyet ile beni güzelleştir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ, hayâ, hilm ve iffet sâhiblerini sever. Fuhuş (çirkin) söyleyenleri ve sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İlim, öğrenmekle; hilm de gayretle hâsıl olur. Allahü teâlâ hayırlı iş için çalışanı, maksâdına kavuşturur. Kötülükten sakınanı, ondan korur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hilmi sebebiyle kul, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılanların derecesine kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Öfke ânındaki hilm, zâlimlerin gazabından korur. (Hazret-i Ali)
Allahü teâlânın hilmi o kadar çoktur ki, kullarının cezâlarını vermekte acele etmiyor. (İmâm-ı Rabbânî)

HİLYE-İ SEÂDET:
Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem görünüşü veya O'nun görünen bütün uzuvlarının şeklini, sıfatlarını, isimlerini ve güzel huylarını anlatan yazılar. Süslü levhalar üzerine yazılan bu yazılara Hilye-i şerîf de denir.
Pek çok siyer kitabında Peygamberimizin Hilye-i seâdeti geniş ve açık olarak senedleri ve vesîkalarıyla yazılmıştır. Peygamber efendimizin Hilye-i seâdeti kısaca şöyledir: Mübârek yüzü ve bütün âzâ-i şerîfesi (organları) ve mübârek sesi, bütün insanl arın yüzlerinden, âzâlarından ve seslerinden güzel idi. Mübârek yüzü bir miktâr yuvarlak idi. Neş'eli olduğu zaman mübârek yüzü ay gibi nurlanır, parlardı. Gündüz nasıl görürse gece de öyle görürdü. Önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları da görürdü. Yana ve geriye bakacağı zaman bütün bedeni ile dönüp bakardı. Mübârek gözleri büyük idi. Mübârek kirpikleri uzun idi. Mübârek gözlerinde bir miktâr kırmızılık vardı. Mübârek gözlerinin karası gâyet siyâh idi. Alnı açık, kaşları ince idi. Kaşları arası açık idi. Mübârek burnu gâyet güzel olup, orta yeri bir miktâr yüksek idi. Ağzı küçük değildi. Mübârek dişleri beyaz olup, ön dişleri seyrek idi. Söz söylediği zaman sanki dişleri arasından nûr çıkardı. Mübârek sözleri gâyet kolay anlaşıl ır, gönülleri alır, rûhları cezbederdi. Güler yüzlü olup, tebessüm ederek gülerdi. Mübârek parmakları iri idi. Mübârek kolları etli idi. Avuçlarının içi geniş idi. Bütün vücûdunun kokusu miskten güzel idi. Mübârek kolları, ayakları ve parmakları uzun idi. Mübârek karnı geniş olup, göğsü ile karnı berâber idi. Göğsü geniş idi. Çok uzun boylu olmayıp, kısa da değildi. Mübârek saçları ve sakallarının kılı çok kıvırcık ve çok düz değil yaratılıştan ondüle idi. Kırmızı ile karışık beyaz benizli olup, gâyet güzel, nûrlu ve sevimli idi. Güzel huyların hepsi Resûlullah'ta sallallahü aleyhi ve sellem toplanmıştı. (Muhammed Sıddîk bin Saîd)

HİMMET:
1. Kast, irâde, kuvvetli istek, arzu. Allahü teâlânın velî kullarından bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allahü teâlâdan o işin olmasını dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması. Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi Sofiyim buldum safâyı dü cihanım kalmadı Ahmedî der; "Yâ ilâhî! Sana şükrüm çok durur Hamdülillah aşk-ı Hak'tan gayrı vârım kalmadı.
(Sultan Birinci Ahmed Han)
2. Gayret.
Kişinin kıymeti, himmetine göredir. Eğer onun himmeti dünyâ için ise, onun hiçbir kıymeti yoktur. Eğer Allahü teâlânın rızâsı ise, onun kıymetine ulaşmak pek zordur. (Ebû İshâk el-Kassâr)
Kişinin himmeti dağları yerinden söker. (Ubeydullah-ı Ahrâr)

HİSÂB (Hesâb):
Öldükten sonra, dünyâda yaptıkları işlerden dolayı insanların sorguya çekilmesi. (Bkz. Hesâb)

HİSBET:
İyiliği emr edip kötülükten alıkoymak husûsunda, hükûmet adamlarının bizzat işe karışıp gerekeni yapmaları. İhtisâb da denir. (Bkz. Muhtesib)
Emr-i ma'rûf ve nehy-i münkeri el ile yapmak hükûmet adamlarına, dil ile yapmak din adamlarına, kalb ile yapmak da her müslümana farzdır. El ile yapmağa, hisbet denir. Dili ile yapmağa, vâz ve nasîhat denir. Hisbet yaparak çalgıları, içki şişelerini kırmak yalnız hükûmet me'murlarının vazîfesi olduğu için, başkaları kırarsa öderler. Hisbet yapmak, el ile mâni olmak din adamlarına farz değil ise de, günâh işlenirken engel olmaları câizdir. Fakat din adamı, hisbet yaparken fitne uyandırmamalıdır. Yâni, kendinin ve müslümanların dînine veya dünyâsına zarar gelecek olursa, hisbeti terk etmesi vâcib olur. Hisbet yaparken kendinde kibr, riyâ (gösteriş), sû-i zan (kötü zan), meşhûr olmak düşüncelerinin hâsıl olması ve müslümana hakâret ve onu câhillikle itham etmesi fitne olur. (Abdülganî Nablüsî)

HİSSE:
Bölünebilen bir mal veya şeyin her ortağa âit olan kısmı, ortaklardan her birinin hakkı, payı.
Bir sığırı veya deveyi, yedi kişiye kadar müslüman, bâliğ kimseler, ortak olarak satın alıp kesebilirler. Sekiz kişinin yedi sığırı ve iki kişinin iki koyunu ortak satın almaları câiz olmaz. Çünkü her birinin her hayvanda hissesi vardır. (Fetavâ-i Hindiyye)
Yedi kişi ortaklaşa bir sığırı kurban ettikten sonra, ortakların hisselerini ayırmadan önce, hiç kimseye hediye etmeleri câiz değildir. (Ahmed Zühdü Efendi)

Hisse-i Şâyia:
Bir şeye ortak olanların taksim edilmemiş paylarından her biri; ortak mülkiyet.
Bir kimse evini iki kişiye hediye etse, câiz olmaz. Çünkü taksimi mümkün olmayan şeyi hisse-i şâyia olarak vermek câiz değildir. (İbn-i Âbidîn)
Bir binânın yarısı Ahmed'in, üçte biri Ömer'in, altıda biri Ali'nin olsa; Ahmed, hisse-i şâyiasını satsa, Ömer ve Ali almak isteseler, yarısını Ömer, yarısını da Ali alır. Ömer, hissesine göre iki misli alamaz. (İbn-i Âbidîn)

HİŞÂMİYYE:
Hazret-i Ali'yi sevdiğini iddiâ ederek diğer Eshâb-ı kirâmı (Peygamberimizin arkadaşlarını) kötüleyen şîanın kollarından olan bozuk bir fırka, topluluk.
Şiîlik, hazret-i Ali zamânında ortaya çıktı. İnsanlar arasında yayılması daha sonra başladı. Hicretin altmış senesinde Kisâniyye, altmış altı senesinde Muhtâriyye ve yüz dokuz senesinde Hişâmiyye fırkaları ortaya çıktıysa da tutunamadılar, yok oldula r. (Abdülazîz Dehlevî)
Hişâmiyye fırkası iki kısımdır. Bir kısmı Hişam bin el-Hakem er-Râfizî'ye bağlanır. Bunlara Hakemiyye de denir. İkinci kısmı ise, Hişâm bin Sâlim el-Cevâlikî'ye bağlıdır. (Abdülkâhir Bağdâdî)
Hişâm bin Hakem'in kurduğu Hişâmiyyeye göre; Allah sınırlı ve sonlu olan bir cisimdir. Uzunluğu, genişliği ve derinliği vardır. Gümüşten yapılmış, saf bir zincir ve her yanı yuvarlak inci gibi ışıldayan bir nûrdur. İmâmlar günâhlardan korunmuş olduğu hâlde peygamberlerin günah işlemesi câizdir. (Abdülkâhir Bağdâdî)
Hişâm bin Sâlim el-Cevâlikî'nin kurduğu Hişâmiyyeye göre; Allah insan şeklindedir. O, et ve kandan olmayıp, yükseklerde parlayan yüksek bir nûrdur. O'nun elleri, ayakları, gözleri, kulakları, burnu ve ağzı vardır. Üst yarısı boş, alt yarısı ise dolud ur. O'nun siyah saçları ve hikmet fışkıran bir kalbi vardır. (Abdülkâhir Bağdâdî)

HİTÂB:
Söyleme, buyurma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Peygamber efendimize hitâb ederek; " Kur'ân-ı kerîm okuyacağın zaman, Eûzü... söyle" buyurdu. (Nahl sûresi: 97)

Hitâbe (Hitâbet):
Dinleyicilere bilgi vermek ve yol göstermek için yapılan konuşma.
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen, Şuayb aleyhisselâmın kavmi olan Medyen ahâlisine hitâbesini şöyle bildirmektedir:
Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Rabbinizden size apaçık bir burhân geldi. Artık ölçeği tartıyı tam tutun. İnsanların haklarını eksik vermeyin. Yeryüzünü ıslâhından sonra fesâda vermeyin. (A'râf sûresi: 85)
Peygamber efendimizin, akrabâsını dîne dâvet hitâbesi şöyledir:
Hamd, yalnız Allahü teâlâya mahsustur. Yardımı, ancak O'ndan isterim. O'na inanır, O'na dayanırım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O birdir. O'nun eşi ve ortağı yoktur. Size aslâ yalan söylemiyorum. Doğruyu bildiriyorum. Sizi bir olan ve O'ndan başka ilâh olmayan Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben O'nun size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallâhi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında mükâfât, kötülüklerinizin karşılığında cezâ göreceksiniz. Bunlar da ya Cennet'te ebedî (sonsuz) kalmak veya Cehennem'de ebedî kalmaktır. İnsanlardan, âhiret azâbı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz. (İbn-i Hişâm)

HİZB:
1. Bölük, taraftar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Kim Allah'ı, Peygamberini ve mü'minleri yâr (dost) edinir yardımda bulunursa, şüphesiz onlar, Allahü teâlânın hizbidir. Üstün gelecek olanlar onlardır. (Mâide sûresi: 56)
2. Kur'ân-ı kerîmin yirmi sayfadan meydana gelen cüzlerinin dörtte biri olan beş sahife.

Hizb-üş Şeytân:
Şeytânın aldatmalarına kapılan topluluk. Şeytanın taraftarı, şeytana uyanlar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Bunları şeytan kaplamış ve (dil ve kalpleriyle) Allah'ı hatırlamayı kendilerine unutturmuştur. Bunlar şeytanın hizbidirler. Hizb-üş-Şeytân muhakkak hüsrâna düşenlerdir. (Mücâdele sûresi: 19)

HİZMET:
Birinin işini görme.
Anne ve babanız sizin hizmetinize muhtâc iseler, onlara hizmeti canınıza minnet biliniz. (Hadîs-i şerîf-Riyâd-un-Nâsihîn)
Ey dünyâ! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster! (Hadîs-i kudsî-Berîka)
Cenâzelerde hizmet etmekte bulun! Allah rızâsı için cenâzenin mezârına bir kürek toprak atıver! O attığın toprak, kıyâmette terâzîne konacaktır. (Süleymân bin Cezâ)
Bir kimse din hizmelerinde bulunsa ve bu hizmetlerde, nefsine bir pay ayırsa, yaptığı hizmetlerin tadını ve faydasını bulamaz. (Ebû Süleymân Dârânî)
Dîne yaptığı hizmetlere, İslâmiyet'i kuvvetlendirmesine ve insanların doğru yola gelmelerine sebeb olmasına güvenmemeli ve bunlarla övünmemelidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Hizmet görmek istiyen hocasına hizmet etsin. (Abdullah-ı Dehlevî)

HUBB-I DÜNYÂ:
Dünyâ sevgisi. Ölümden sonra işe yaramayacak olan şeylere düşkün olmak. Dünyâ; haramlar, mekruhlar ve Allahü teâlâyı unutturan her şeydir. (Bkz. Dünyâ)
Hubb-ı dünyâ arttıkça, âhirete olan zarar da artar. Âhiret sevgisi arttıkça, dünyânın ona zararı azalır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Hubb-ı dünyâ, günahların başıdır. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)

HUBB-I FİLLÂH VE BUĞD-I FİLLÂH:
Allahü teâlâ için sevmek ve Allahü teâlâ için düşmanlık etmek.
Allahü teâlâya Cebrâil aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz; hubb-ı fillâh ve buğd-ı fillâh yapmadıkça, hiçbirisi kabûl olmaz! (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Amellerin, ibâdetlerin en kıymetlisi, hubb-ı fillâh ve buğd-ı fillâhtır. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma; "Yalnız benim için ne yaptın" buyurdu. "Yâ Rabbî! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim ve zikr yaptım (Seni andım) " cevâbını verince; "Kıldığın namazlar seni Cennet'e kavuşturacak yoldur, kulluk vazîfendir. Oruçların seni Cehennem'den korur. Verdiğin zekâtlar, kıyâmet günü sana gölgelik olur. Zikirlerin de o günün karanlığında sana ışık olur. Benim için ne yaptın?" buyurdu. "Yâ Rabbî! Senin için olan şeyi bana bildir" deyince, Allahü teâlâ; "Yâ Mûsâ! Sevdiklerimi sevdin mi ve düşmanlarıma düşmanlık ettin mi? " buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ için olan en kıymetli şeyin Hubb-ı fillâh buğd-ı fillah olduğunu anladı. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Allahü teâlânın en çok sevdiği ibâdet, hubb-ı fillâh ve buğd-ı fillâhtır. (Süleymân bin Cezâ)

HUBB-I RİYÂSET:
Makam ve mevki sevgisi.
Hubb-ı riyâsetin insana yapacağı zarar, iki aç kurdun, bir koyun sürüsüne girdiği zaman, yaptıkları zarardan daha çoktur. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Hubb-ı riyâset insanlarda üç şeyden hâsıl olur. Birincisi, nefsin arzûlarına kavuşmak arzusu. Nefs, arzûlarının, haram yollardan elde edilmesini ister. İkincisi, kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak, müstehâb (dinde güzel görülen) ve mübâh (dînen izin verilen) işleri yapmak içindir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, riyâ (gösteriş) ve hakkı bâtıl ile karıştırmak gibi, İslâmiyet'in yasak ettiği şeyleri yapmamak ve vâcibleri, sünnetleri terk etmemek lâzımdır. Üçüncüsü nefsi eğlendirmektir. (Muhammed Hâdimî)

HUBB-ISİVÂ:
Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisi. ( Bkz. Mâsivâ) Olup nâdim elim çektim hevâdan, Pâk ettim kalbimi hubb-ı sivâdan. Yüzüm dergâhına döndüm ilâhî, Kapundan etme red, bu pür günâhı.
(Muhammed bin Receb)

HUCCET:
1. Senet, vesîka, delîl, burhân. (Bkz. Delîl)
Temizliğini tam yapıp, vakitlerine uyarak beş vakit namaza devâm eden kimseye o namaz kıyâmet gününde nûr, huccet ve delîl olur. Kim namazı zâyi ederse, Fir'avn ve Hâmân ile haşrolur. (Hadîs-i şerîf-Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
Elli dört farzdan biri de Kur'ân-ı azîm-üş-şânı huccet, tutmak, O'nun hükmüne râzı olmaktır. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
2. Şer'î mahkemelerde bir dâvânın şâhitlerini dinledikten sonra kâdının verdiği hükmün yazıldığı îlâm, belge.

Huccet-ül-İslâm:
1. Üç yüz bin hadîs-i şerîfi, senetleri (rivâyet edenleri) ile birlikte ezberden bilen büyük İslâm âlimi.
Hüccet-ül-İslâm İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki:
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin dünyâya yayılan nasîhatlerinden biri şudur: Allahü teâlânın, bir kuluna rahmet etmeyeceğine, ona gazâb ve azâb edeceğine alâmet, dünyâya ve âhirete faydası olmayan şeylerle meşgûl olması, zamanlarını lüzumsuz şeylerle öldürmesidir. Bir kimsenin ömründen bir saati, Allahü teâlânın beğenmediği bir şeyde geçerse, ne kadar çok pişmân olsa, üzülse yeridir. Bir kimse kırk yaşını geçtiği hâlde onun hayırlı işleri yâni sevâbları, kötü işlerinden, yâni günâhlarından ziyâde olmadı ise, Cehennem'e hazırlansın." Bu hadîs-i şerîfin mânâsını iyi anlayanlara, bu nasîhat yetişir.
2. Dinde söz sâhibi mânâsına İmâm-ı Gazalî hazretlerinin lakabı.

HUCURÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin kırk dokuzuncu sûresi.
Hucurât sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On sekiz âyet-i kerîmedir. Dördüncü âyet-i kerîmede geçen Hucurât kelimesinden dolayı sûreye bu isim verilmiştir. Sûrede, bir kısım ahlâk kuralları ile Peygamber efendimize ve insanların birbirlerine karşı nasıl davranacakları bildirilmektedir.
Allahü teâlâ Hucurât sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân etmekle şereflenenler! Sesinizi, Nebiyyullah'ın (Allahü teâlânın peygamberinin) sesinden yukarı çıkarmayınız. O'na karşı, birbirinize bağırdığınız gibi seslenmeyiniz!O'na saygısızlık gösterenin ibâdetleri yok olur. (Âyet: 2)
Kim Hucurât sûresini okursa, Allahü teâlâya itâat edenlerin sevâbı kadar sevâb verilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

HÛD ALEYHİSSELÂM:
Kur'ân-ı kerîmde ismi geçen peygamberlerden.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Âd kavmine kardeşleri Hûd'u (peygamber olarak) gönderdik. Hûd (aleyhisselâm) onlara; "Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur. Hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?" dedi. (A'râf sûresi: 65)
Hûd'u (aleyhisselâm) ve dinde ona tâbi olanları rahmetimizle kurtardık. Bizim âyetlerimizi yalanlayıp mü'min olmayanların ise silsile ve köklerini kestik. (A'râf sûresi: 72)
Hud aleyhisselâm Yemen'de bulunan Âd kavmine peygamber olarak gönderildi. Nuh aleyhisselâm'ın oğlu Sâm'ın neslindendir. Hûd aleyhisselâm, Yemen'de Aden ile Umman arasında bulunan Ahkâf diyârında doğup yetişti. Çocukluğundan îtibâren Allahü teâlâya ib âdet etmekle meşgûl oldu. Ara sıra ticâretle de meşgûl olan Hûd aleyhisselâm, gâyet şefkatli ve çok cömert idi.
Bolluk, bereket içinde ve gösterişli binâlar yaparak yaşayan Âd kavmi zamanla bozuldu. Bütün nîmetleri kendilerine veren Allahü teâlâyı unutan Âd kavmi putlara tapmaya başladılar. Kendilerine Hûd aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Nûh aleyhiss elâmın bildirdiği dînin esaslarını onlara anlattı. Allahü teâlâya inanmalarını ve ibâdet etmelerini söyledi. Dâvetini kabûl etmeyen Âd kavmi ona karşı çıktılar. Hûd aleyhisselâm onları Allahü teâlânın azâbı ile korkuttu. Pek az kimse îmân etti. Hûd aleyhisselâm kavmini îmâna dâvet etmeye devâm etti. Kavmi ona hakâret ettiler, kendinden geçinceye kadar dövdüler. Hûd aleyhisselâm, kavminin ıslâh olmayacağını anlayınca; "Yâ Rabbî!Sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara peygamberliğimi bildirdim. Ey Rabbim!Onlara, ders almalarına vesîle olacak bir musîbet ver" diye bedduâda bulundu. Hûd aleyhisselâmın duâsını kabûl buyuran Allahü teâlâ, Âd kavmine önce kuraklık, kıtlık musîbetini verdi. Üç sene müddetle hiç yağmur yağmadı. Akan pınarlar kuruyup ağa çlar meyveler sararıp soldu. Hayvanlar susuzluktan telef oldu. Hûd aleyhisselâm yılmadan onları îmâna dâvete devâm etti ise de git-gide azgınlaştılar. Hûd aleyhisselâma daha çok eziyet ettiler. Hûd aleyhisselâm mûcizeler gösterdi fakat yine inanmadıl ar. Allahü teâlâ, Âd kavmi üzerine azâb yüklü bulutu göndererek, buluttan esen bir rüzgârla onları helâk etti. Âd kavmi üzerine çok şiddetli gelen bu rüzgâr, Hûd aleyhisselâm ve ona tâbi olanların yüzlerine gâyet serinletici ve tatlı olarak esti. Hûd aleyhisselâm, Âd kavmi helâk olduktan sonra, kendine inananlarla birlikte Mekke-i mükerremeye gitti. Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerde ibâdet ve tâatla meşgûl oldu ve orada vefât etti. Kabrinin Harem-i şerîf (Kâbe-i muazzamanın etrâfındaki mescid)de Hicr denilen yerde bulunduğu rivâyet edilmektedir. (Taberî, Nişancızâde Mehmed Efendi)

HÛD SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin on birinci sûresi. Mekke-i mükerremede indi. Yüz yirmi üç âyet-i kerîmedir.
Hûd sûresi on beşinci ve on altıncı âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki:
Kim dünyâ hayâtını ve onun zînet (ve ihtişâmını) isterse, onların yaptıklarının (çalıştıklarının) karşılığını burada tamâmen öderiz. Onlar bu hususta bir eksikliğe de uğratılmazlar. Onlar öyle kimselerdir ki, âhirette kendilerine ateşten başkası yoktur. (Dünyâda) işledikleri şeyler (hattâ iyilikler) orada boşa gitmiştir. Zâten yapageldikleri hep boştur.
Hûd sûresi beni ihtiyârlattı. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)

HUDÂ:
Varlığı kendinden olup, başkasına muhtâc olmayan Allahü teâlâ. Niçin küfrân eder insan, Hudâ nîmet verir iken, Utanmayıp eder isyân, kâmûyu ol görür iken, Beher an hamd ü şükretmez, dahi insanı fikretmez, Her gün hakkı zikretmez, bedende can durur iken.
(Niyâzi Mısrî) Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdâsı Herkesin çektiği, kendi cezâsı.
(Muhammed Sıddîk bin Saîd)
Hudâ dostlarının huzûrunda tevâzu eyleyiniz (alçak gönüllü olunuz), yalvarınız da sizin için duâ etsinler ve kabûl olsun. (Ali Râmitenî)

HUDÛ':
Boyun eğmek, alçak gönüllülük. Kalbde devamlı olan Allah korkusu. Allahü teâlâya itâat etmek.
Namazın kusûrsuz olması; dînî hükümleri bildiren fıkıh kitaplarında geniş olarak yazılmış olan farzlarını, vâciblerini, sünnetlerini ve müstehâblarını yerlerine getirmekle olur. Namazı tamamlamak için, bu dört şeyden başka yapılacak bir şey yoktur. N amazda huşû' yâni her uzvun (organın) tevâzû göstermesi, bu dört şeyi yapmakla hâsıl olur. Kalbin hudû'u da, yine bunları tamam yapmakla olur. (Ahmed Fârûkî)

HUDÛD:
Miktârı, dinde kesin ve açıkça bildirilmiş cezâlar. (Bkz. Had)

HUDÛR:
Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbde bulunmaması. Allahü teâlâ ile berâber olmak, O'nu unutmamak. (Bkz. Huzûr)

HUKEMÂ:
Din bilgilerini, fen bilgileri ile isbat eden mü'minler. (Bkz. Hakîm)

HUKÛK-UL-IBÂD:
İnsanlara âit haklar. (Bkz. Kul Hakkı)

HUKÛKULLAH:
Allahü teâlânın emri ve kulluk borcu olarak yapılan, kimsenin tasarrufta bulunamıyacağı, değiştiremeyeceği şeyler.
Îmân, namaz, oruc, hac, cihâd, zekât, öşür, sadaka-i fıtr; hırsızlık ve yol kesicilik gibi suçlara verilecek cezâlar, kâtilin öldürdüğü akrabâsının mîrâsından mahrûm olması, kasten orucunu bozanın ve hac esnâsında av hayvanı öldürenlerin mükellef old uğu keffâretler hep hukûkullahtandır. Bunlara hukûkullah denmesi, Allahü teâlâdan başkasının bu çeşit işlerde tasarruf edemiyeceği, beşerî hayâtın devâmının ve isikrârının temel şartlarından olması bakımından ehemmiyetini ifâde etmek içindir. Erkek i le kadının nikahsız berâber olmaları, zinâ işinin haramlığını kaldırmaz. Kadın ile erkek bu yetkiye sâhib değildir. Çünkü bunlar, hukûkullahtandır. İnsanlara âit haklardan değildir. Haramlığını kimse değiştiremez. (Serahsî, Teftâzânî)

HUL':
Zevceyi mal karşılığında boşamak.
Hul' ile boşanmada nikâhta anlaşılan mehirden çok istemek mekrûhtur. (Ebü'l-Leys-i Semerkandî)

HULD CENNETİ:
Sekiz Cennet'in dördüncüsü.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(Ey Resûlüm!) de ki: Acabâ bu Cehenem mi hayırlı, yoksa takvâ sâhiplerine (Allahü teâlâdan korkup haramlardan kaçan kimselere) vâd olunan Huld Cenneti mi? Ki bu onlar için bir mükâfât, bir merci'dir (dönüş yeridir). Orada devâmlı kaldıkları hâlde, o takvâ sâhiblerinin her diledikleri vardır." (Furkân sûresi: 15-16)
Yâ Rabbî! SendenÎmân, tükenmeyen nîmetler, Huld Cenneti'nde Muhammed aleyhisselâma arkadaş olmayı isterim. (İmâm-ı Gazâlî)

HULEFÂ-İ ERBEA:
Dört büyük halîfe. (Bkz. Hulefâ-i Râşidîn)
Hulefâ-i erbeanın birbirinden üstünlüğü hilâfetleri sırası iledir. (İmâm-ı Rabbânî)

HULEFÂ-İ RÂŞİDÎN:
Her bakımdan olgun ve Resûlullah Efendimize uyan yüksek halîfeler mânâsına, Resûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra sırasıyla halîfe olan hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali (radıyallahü anhüm) için kullanılan tâbir.
Allahü teâlâdan korkunuz. Başınızdaki emir, Habeşî köle olsa bile, itâat ediniz! Benden sonra müslümanlar arasında ayrılıklar olacaktır. O karışıklık zamanlarında benim sünnetime ve Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetlerine sarılınız. Benim halîfelerim doğru yolu gösterirler. Onların gösterdiği yolda olunuz! Sonradan çıkarılan şeylerden sakınınız! (Hadîs-i şerîf-Tirmizî)
Hulefâ-i Râşidîn'i sevmemek sûretiyle Peygamber efendimizi incitmek, hazret-i Hasen ve Hüseyn'i sevmemek sûretiyle incitmek gibidir. (İmâm-ı Rabbânî)
Hutbede, Hulefâ-i Râşidîn'in isimlerini zikretmek, Ehl-i sünnetin şiârı (alâmeti)dır. (İmâm-ı Rabbânî).

HULK (Huluk):
Huy.
Allah'ım halkımı (yaratılışımı) güzel yaptığın gibi hulkumu da güzel eyle. (Hadîs-i şerîf-Berîka)

Huluk-ı Azîm:
Kur'ân-ı kerîmin bildirdiği ve Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sâhib olduğu güzel huylar.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Muhammed aleyhisselâma hitâben buyurdu ki:
Sen huluk-ı azîm üzeresin. (Kalem sûresi: 4)
Allahü teâlâ, sevgilisi ve huluk-ı azîm sâhibi olan, çok merhametli Peygamberine sallallahü aleyhi ve sellem, İslâm düşmanları ile cihâd ve muhârebe etmeyi ve onlara karşı sertlik göstermeyi emrediyor. Demek ki, İslâm düşmanlarına sert davranmak hulu k-ı azîmdendir. (İmâm-ı Rabbânî)

HULLE:
İslâmî nikâh hükümlerine göre üç defâ boşanmış bir kadının, tekrar aynı adam tarafından alınabilmesi için; başka bir erkek tarafından nikâhlanıp, düğün ve vaty olduktan sonra boşanması.
Hulle, bir erkek için zillet ve aşağılıktır. (Ahmed Zühdü Efendi)
Allahü teâlâ erkeklere boşanmak hakkını verdiyse de, bu hakkı gelişi güzel kullanmamaları ve kadınların erkekler elinde oyuncak olmamaları için erkeklere hulle zilletini yüklemiştir. Hulle korkusundan müslüman bir erkek talâk (boşanma) lafını ağzına bile alamaz. Âile arasında boşamak sözünü şakayla da olsa kesinlikle söylememelidir. (İbn-i Âbidîn)

HULÛL ETMEK:
Girmek, yer etmek; bir cismin başka bir cisme girmesi, iki şeyin birleşmesi. Allahü teâlânın kula girmesi sûretiyle onun ilâhlaştığını kabûl edenlerin bozuk ve yanlış görüşü.
Allahü teâlâ üzerinden, gece-gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiçbir bakımdan, hiçbir değişiklik olmıyacağı için, geçmişte, gelecekte, şöyledir, böyledir denemez. Allahü teâlâ, hiçbir şeye hulûl etmez ve etmemiştir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ hiçbir şeyle birleşmez. Hiçbir şey de O'nunla birleşmez. O'na hiçbir şey hulûl etmez; O da bir şeye hulûl etmez. O'nun benzeri, eşi yoktur. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. (Ahmed Fârûkî)
İlâhın, bir cisme hulûl etmesi, imkânsızdır. Eğer ilâh cism olsaydı, başka bir cisme de hulûl ederdi. Cisme hulûl eden şey ise, cism olur ve hulûl edince iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu da, ilâhın parçalanmasını îcâb ettirir... Bu durum is e, cenâb-ı Hak için muhâldir (mümkün değildir, olamaz). O hâlde, Allahü teâlâ hiçbir şeye hulûl etmemiştir. (Fahreddîn Râzî)

HULÛS:
Dünyâ menfaatlerini düşünmeden bütün iş ve ibâdetlerin yalnız Allah için olması, niyet temizliği. (Bkz. İhlâs)
Ma'lûm olsun ki, Hak teâlâ her şeyden evvel aklı yaratmıştır. Ve ona ilim, zekâ, hulûs, doğruluk, cömertlik, tevekkül, korku ve ümit hasletleri vermiştir. İşte, bu akılla şereflenen kimseler, bütün yaratılışındaki gâyeyi yâni Cenâb-ı Hakk'ın birliğin i tastik ederek, O'nun rızâsına kavuşurlar. (Süleymân bin Cezâ)

HUMS (Humus):
Beşte bir; ganîmetten, mâdenlerden ve bulunan defînelerden beytülmâl denen devlet hazînesine ayrılan beşte bir hisse.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Eğer Allah'a îmân etmiş ve hak ile bâtılın ayrıldığı günde (Bedr savaşında) kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, biliniz ki; ganîmet olarak aldığınız herhangi bir şeyin humus'u; Allah'a, Resûlüne, O'nun akrabâlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış yolcuya âittir. Allah her şeye hakkıyla kâdirdir. (Enfâl sûresi: 41
Rikazda (bulunan defînelerde) humus vardır. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Humus, Resûlullah efendimiz zamânında; Allah ve Resûlüne bir hisse, Resûlullah'ın akrabâlarına bir hisse, yetimlere, miskinlere ve yolculara birer hisse olmak üzere 5 hisseye ayrılırdı. Sonra hazret-i Ebû Bekr, Ömer veOsman humusu üç hisse olarak tak sim ettiler. Resûlullah'ın vefâtı ile kendisinin ve akrabâlarının hisseleri düştü. Humus geri kalan üç gruba taksim edildi. (Abdullah bin Abbâs)

HUMÛD:
Durgunluk, uyuşukluk; bir mâni olmadığı halde bekârlığı istemek. Şehvet ve iffetin azlığı.
Şehvetin (hayvânî rûhun kendine tatlı gelen şeyleri istemesi) lüzûmundan az olması humûddur. Böyle kimse, hasta olduğundan veya hayâsından (utanmasından), yâhut korkusundan, kibrinden (büyüklük taslamasından), muhtâç olduğu şeylere kavuşmakta gevşek davranır. (Muhammed Hâdimî)
Humûd sıfatı bulunan kimse, helâl olan zevkleri ve meşrû arzûları terk eder. Böylece ya kendi helâk olur, yâhut nesli kesilir. (Muhammed Hâdimî)

HURÂFE:
Dîne, fenne, akla uymayan sözler ve işler.
İslâm dîni, bütün hurâfelerden, efsânelerden temizlenmiş olan, yalancılığı reddeden, insanları günahkâr değil, bilâkis Allah'ın kulu olarak kabûl eden, onlara hayatta çalışma ve iyi yaşama imkânını veren, bedenin ve rûhun temizliğini emreden bir dind ir. (Kemâhlı Feyzullah)
Bu günkü hıristiyanlık, putperestlik ve hurâfelerle doludur. (H.F.Fellow)

HÛRÎ:
Allahü teâlânın îmân edenlere mükâfat olarak yarattığı, nasıl oldukları bilinmeyen Cennet kızı...
Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir mü'min kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasında çağırır; "Cennet'te istediğin hûrînin yanına git" der. (Hadîs-i şerîf-Et-Tâc)
Cennet'e girdim. Bir köşk gördüm. İçinde bir hûri gördüm; "Sen kimin içinsin?" dedim. Ömer bin Hattâb için yaratıldım!"dedi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî ve Müslim)
Cennet'in güzel kokusu, beş yüz yıllık yoldan alınır. Cennetliklerin, Cennet'te şimşekten at ve develeri vardır. Yularları, eğerleri, heybeleri, kızıl yâkuttandır. Bunlara binerek birbirlerini ziyâret ederler. Âileleri hûrîlerdir. Hûrîler ise, dizilm iş inciler gibidir... Allahü teâlâ huylarını her türlü kötülükten temizlediği gibi, sümkürmek, abdest bozmak ve benzeri hallerden de bedenlerini arındırmıştır. Bu gibi hâllerde kendilerinden misk gibi kokular çıkar. (Hasen-i Basrî)
Can vermek acısı dünyâ acılarının hepsinden daha acıdır. Fakat, âhiret azâblarının hepsinden daha hafiftir. Mü'min, rûhunu teslim edeceği vakit, rahmet meleklerini, Cennet hûrilerini görür. Onları görmenin zevki ile can verme acısını duymaz. Rûhu, te reyağından kıl çeker gibi, kolay çıkar. Nîmetlere kavuşur. (Abdülhakîm-i Arvâsî)

HURMA:
Nahle ağacının meyvesi.
Oruçlu olan kimse hurma ile iftar etsin. Çünkü hurma bereketlidir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Mü'minin sahûrunun hurma ile olması ne güzeldir. (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Nahlenin meyvesi olan hurma yinince, insanın parçası, dokusu olur. Oruçlu kimse iftar zamânında şehvetlerden ve dünyânın geçici zevklerinden temiz olduğu için, hurmadan pekçok istifâde eder. (İmâm-ı Rabbânî)

HURMET-İ MÜSÂHERE:
Erkeğin herhangi bir kadın ile zinâ etmesi veya herhangi bir yerine unutarak ve yanılarak da olsa şehvetle (lezzet alarak) dokunması hâlinde, o kadının neseb (soy) ile ve süt ile olan anası ve kızları ile; kadının da o erkeğin oğlu ve babası ile evle nmesinin ebedî, sonsuz olarak haram, yasak olması.
Kızlar, kendilerinden emîn olsalar da yabancı erkeklere dokunmaları câiz değildir. Şehvet ile dokunurlarsa hurmet-i müsâhere hâsıl olur. Kızın ve ihtiyarların şehveti, kalbin meyletmesi demektir. (Dâmâd)
Dâmâd ile kayın vâlidesi arasında hurmet-i müsâhere meydana gelirse, bu kız yâni hanımı ile ebedî (sonsuz) olarak bir daha evli kalamaz. (Kerderî)

HURÛFÎLİK:
Acem yahûdisi Fadlullah-ı Hurûfî'nin v.796 (m. 1393) kurduğu bozuk yol. Küfür ve sapık inançları sebebiyle Timur'un oğlu Mîrânşâh tarafından öldürülmüştür.
Hurûfîlerin temel inanış ve fikirleri özetle şöyledir: Fadlullah-ı Hurûfî'ye tanrı derler. Namazı bir kere kılmak, orucu ömründe bir gün tutmak farzdır. Gusl edip de vücûdunuzu hırpalamayınız derler. Hazret-i Ali'nin sözleri diyerek uydurdukları Hutb et-ül-Beyân ve başka kitaplarında hadîsler düzerek "Ali'yi sevenlere günâh zarar vermez. İbâdete lüzûm yoktur, haramlar helâldir" derler. Baba ve dede adı verilen hurûfî ileri gelenleri, papazlar gibi günâh çıkarırlar. (Tokatlı İshak Efendi)
Hurûfîliğin kurucusu olan Fadlullah-ı Hurûfî, nokta ilmi diye bir şey uydurdu. "Bu iş mübahtır, nokta çift geldi. Falan şey haramdır, nokta tek geldi" gibi sözlerle insanları kandırmaya çalıştı. Harflere bâzı mânâlar vererek bir takım işâretlerle, an laşılmayan şeylerle dolu olan Câvidân adındaki kitabını yazdı. Önce peygamberlik, sonra da tanrılık iddiasında bulundu. Bütün dinleri inkâr edip, İslâmiyet'le alay etti. Haramlara mübâh, nefsin arzularına serbesttir dediği için Hurûfîlik câhil ve kötü insanlar arasında yayıldı. (Tokatlı İshak Efendi)
Fadlullah-ı Hurûfî'nin öldürülmesinden sonra, yardımcılarından Aliyyül-a'lâ adlı birisi Anadolu'ya gelerek bir Bektâşî tekkesine girdi. Hurûfîliğe âit bozuk fikirleri gizlice yayıp câhilleri aldattı. Hacı Bektâş-ı Velî'nin yoludur diyerek haramlara m übâh ve nefsin arzularına serbesttir dedi. İnsanları aldatabilmek için kendisine Bektâşî diyerek, Hûrûfîliği yaydı. ZamanlaOsmanlı Devleti'nin Yeniçeri ordusuna da sızan Hûrûfîler, zaman zaman yeniçerileri isyâna teşvik ederek fitneler çıkarıp büyük karışıklıklara sebeb oldular. (Tokatlı İshak Efendi)

HURÛF-I MUKATTAA:
Kur'ân-ı kerîmde bâzı sûre başlarında bulunan ve mânâsı açık olmayan ikisi üçü bir arada veya tek başına yazılı harfler. Elif lâm mîm, Yâsîn, Elîf lâm râ... gibi.
Hurûf-ı mukattaa, bulunduğu sûreden bir âyettir. Manâsı kapalı olan müteşâbih âyetlerdendir. Müteşâbih âyetin gerçek mânâsını Allahü teâlâ ve O'nun sevgilisi Peygamber efendimiz ve Ulemâ-i râsihîn denilen derin âlimler bilir. Çünkü bunların her harfi , Allahü teâlâ ile sevdikleri arasında gizli sır ve ince işâretlerdir. (Ahmed Fârûkî)

HURÛMİYYE:
Bozuk Bâtıniyye fırkasının diğer bir adı. Bu sapık fırkada bulunanlar, birçok haramlara helâl dedikleri için, Hurûmiyye adını almışlardır. (Bkz. Bâtıniyye)

HUSÛF NAMAZI:
Ay tutulduğunda kılınan namaz.
Şüphesiz ki, güneş ile ay, Allah'ın âyet (işâret) lerindendir. Bunlar, hiçbir kimsenin hayâtı veya ölümü için tutulmazlar. Siz bunları tutulmuş (Husûf etmiş) görürseniz, hemen tekbîr alın, Allah'a duâ edin, husûf namazı kılın ve sadaka verin. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Husûf ve kusûf namazlarından sonra güneş ve ay meydana çıkıncaya kadar Allahü teâlâya yalvarıp yakarılır. (Seyyid Alizâde)

HUSÛMET:
1. Dâvâ açmak.
Erkek vatyden (hanımına yaklaşmaktan, cimâ yapmaktan) âciz ise, Hanefîde kadın, nikâhı fesh (bozmak) için husûmet hakkına mâlik olur. (İmâm-ı Şa'rânî)
2. Düşmanlık.
Husûmet, kalb hastalıklarındandır. Uhud gazâsında (savaşında), Resûlullah efendimiz, mübârek yüzünü yaralıyan ve mübârek dişini kıranlara lânet (bedduâ= kötü duâ) etmedi, husûmet beslemedi: "Yâ Rabbî! Bunlara hidâyet et (doğru yola kavuştur); anlamıyorlar, bilmiyorlar" diye duâ etti. "Allahü teâlâ için affedeni (bağışlayanı), Allahü teâlâ yükseltir" buyurdu. (Muhammed Hâdimî)
Kalbi dağıtan, hayâtın zevkini gideren, din mürüvvetini (güzelliğini, parlaklığını) alıp götüren, mal husûsundaki husûmet gibi zararlı hiçbir şey yoktur. (İmâm-ı Gazâlî)
Kalblerinde husûmet taşıyan insanların içi; altında ateş yanarak kaynayan tencereler gibi devamlı kaynar ve bu husûmet sebebiyle içlerinden ateş saçılır. (Hassân bin Sâbit)

HÛŞ DER DEM:
Nakşibendiyye yoluna âit on bir esastan biri. Her nefeste Allahü teâlâyı hatırlamak.
Hûş der dem, düşüncelerle gönlün dağılmasını önler. (İmâm-ı Rabbânî)

HUŞÛ':
Tevâzû, alçak gönüllülük. Hakk'a boyun eğmek. Korku ve sevgiden meydana gelen edebli bir hal.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Îmân edenlerin, Allahü teâlâyı ve Hak'tan ineni (Kur'ân-ı kerîmi) zikr için, kalblerinin huşû' zamânı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha evvel kendilerine kitab verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık kalbleri kararmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu dinlerinden çıkmış fâsıklardı. (Hadîd sûresi: 16)
Mü'minler herhâlde kurtulacaklardır. Onlar namazlarını huşû ile kılanlardır. (Mü'minûn sûresi: 1,2)
Kalbi meşgûl eden, huşû'u gideren şeyler yanında, meselâ süslü şeyler karşısında, oyun ve çalgı aletleri yanında ve arzû ettiği yemekler karşısında, namaz kılmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)
Huzûr ve huşû' ile kılınan iki rek'at namaz, gâfil (Allahü teâlâyı unutmuş) bir kalb ile akşamdan sabaha kadar kılınan namazdan hayırlıdır. (Abdullah ibni Abbâs)
Duânın edeblerinden biri de; duâ ederken, âciz olduğunu ifâde etmek, huzûr ve huşû'içinde Allah'tan korkarak ve kabûlünü umarak istediği şeyde devâm üzere olmaktır. (İmâm-ı Gazâlî)

HUTAME:
Cehennem'in beşinci tabakası.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı âdet edinenlere veyl (yazıklar) olsun! O malın kendisini ebedî kılacağını mı zanneder? Hayır! Yemin ederim ki o, Hutame'ye atılır. Hutamenin ne olduğu sana söylendi mi? O, Allahü teâlânın tutuşturulmuş, yandıkça tırmanıp kalblerin tâ üstüne çıkan ateşidir. (Hümeze sûresi: 1-7)

HUTBE:
Hitâbe, nutuk, konuşma, vâz. Cumâ namazlarından evvel, bayram namazlarından sonra hatîbin (imâmın) minber denilen yüksekçe yerde cemâate karşı okuduğu Allahü teâlâya hamd, Resûlullah'a salât ve selâm ve mü'minlere nasihat ve duâdan ibâret bir ibâdet.
İbâdet, emirleri yapmak demektir. Kur'ân-ı kerîmi ve hutbeyi okumak ibâdettir. (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
Cumâ ve bayramda hutbeyi kısa okumak sünnettir. (Tahtâvî)
Hutbede dört büyük halîfenin (hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali (radıyallahü anhüm) adını yüksek sesle söylemek Ehl-i sünnet olmanın alâmetidir (işâretidir). (Ahmed Fârûkî)
Hutbe okunurken yer değiştirmek, yanındakilere sıkıntı vermek haramdır. (İbn-i Âbidîn)
Hazret-i Ömer'in bir hutbesi şöyledir:
Ey insanlar! Kur'ân-ı kerîmi öğreniniz. O'nunla amel ediniz (emir ve yasaklarına uyunuz). (İbn-i Abdi Rabbih)
Ömer bin Abdülazîz'in ilk hutbesi:
Ey insanlar!İçinizi (kalbinizi) düzeltiniz ki, dışınız da (işleriniz de) düzelsin. Âhiretinizi iyi yapın ki, dünyânız da iyi olsun. (İbn-i Abdi Rabbih)
Kudüs'ün fethinde büyük âlim İbn-i Zekî'nin hutbesi şöyledir:
Ey cemâat!Allahü teâlânın dînine yardım ediniz. Bu yoldaki hizmeti fırsat biliniz. Şunu iyi biliniz ki, işler netîcelerine göre kıymet kazanır. Allahü teâlâ, emirlerine ve yasaklarına uyma husûsunda bize ve size yardım eylesin. Allahü teâlâ size yard ım ederse sizi kim yenebilir. Eğer size yardım etmez, yalnız bırakırsa, size yardıma kimin gücü yetebilir? (İbn-i Receb)

HUY:
Mîzâc, tabiat, ahlâk.
İbâdetleri az olan bir kul, iyi huyu ile kıyâmette yüksek derecelere kavuşur. Bir kulun ibâdetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennem'in dibine götürür; bâzen küfre götürür. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
İy huyları tamamlamak, yerleştirmek için gönderildim. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huy da hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy, hayrâtı ve hasenâtı (iyilikleri) yok eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Ey oğlum! Kötü huydan, gönül dağınıklığından sakın, sabırsız olma. Yoksa arkadaş bulamazsın. İşini severek yap, sıkıntılara katlan. Bütün insanlara karşı iyi huylu ol. Çünkü insanlara karşı iyi huylu olan ve onlara güler yüz göstereni herkes sever. (Lokman Hakîm)
Muhammed aleyhisselâm, gâyet güzel huylu, güzel yüzlü, kibâr tavırlı ve çok dürüst bir zât idi. Dâimâ hiddet ve şiddetten kaçmış, hiçbir zaman zulüm yapmamıştır. Müslümanların dâimâ iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennet'e iyi huy ve sabır i le gidileceğini bildirmiştir. (Muhammed Rebhâmî)

HUYELÂ:
Harbde düşmana karşı tekebbür etmek (büyüklenmek, üstün görünmek), kibirlenmek.

HUZÛR:
1. Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbde bulunmaması.
Peygamber efendimizin bildirdiği âyet-i kerîmeleri ve duâları, belli vakitlerinde okumalıdır. Bunlar ve nâfile namazlar, ihlâs ile, kalb huzûru ile okunmazsa, sahîh olmazlar, faydaları dokunmazlar. (Abdullah-ı Dehlevî)
2. Nezd, yan.
Bir mü'minin kabrini ziyâret eyleyen, Hak teâlâ huzûrunda nâfile bir hacdan ziyâde (fazla) sevâba nâil olur (kavuşur) . (Hadîs-i şerîf-Ey Oğul İlmihâli)
Büyüklerin huzûru, sohbeti ile şereflenmeyen zavallıların hâli harâbdır. (İmâm-ı Rabbânî) Yüzüm yok huzûra çıkam yâ Rabî! Neler etti bana bu nefs-i denî.
(M. Sıddîk Gümüş)
3. Rahat, gönül ferahlığı seâdet.
Şeytanın hîlelerinden dördüncüsü, şimdi dünyâyı kazanmak için çalış da, râhata kavuş, o zaman rahat rahat, huzûr içinde ibâdet edersin diyerek ibâdete mâni olur. Buna cevâb olarak, ecel benim elimde değildir. Herkesin ömrünü Allahü teâlâ ezelde takti r etmiştir.Belki yakında ölürüm. İbâdet vazîfelerini vaktinde yapmalıyım, demelidir. (Hâdimî)
Allah korkusu ve Allah sevgisi insanları seâdet ve huzûra kavuşturan iki kanat gibidir. (Mustafa Sabri Efendi)

Huzûr-ı İlâhî:
Allahü teâlânın nezdi.
Huzûr-ı ilâhîde bulunan meleklere Mukarrebîn denir. (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)

HÜCRE-İ SEÂDET:
Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî içinde Peygamber efendimizin mübârek kabirlerinin bulunduğu oda. Peygamber efendimizin sağlığında burası, hanımlarından hazret-i Âişe vâlidemizin odasıydı. Peygamberimiz burada vefât etti. "Peygamberler vefât ettikleri yere defnolunurlar" hadîs-i şerîfi gereğince, buraya defnedildi.
İslâm târihindeki ilk türbe olan Hücre-i Seâdet'in üzeri yeşil bir kubbeyle örtülüdür. Hücre-i seâdet, Peygamber efendimizin Medîne'deki mescidinin kıble duvarının doğu köşesine yakın olup, mihrâbda kıbleye dönen kimsenin sol tarafına düşer. Minber i se, sağ taraftadır. Hücre-i Seâdet ile minber arasına Ravda-i mütahhera (Cennet bahçesi) denir. (Eyyûb Sabri Paşa)

HÜKM (Hüküm):
Bir dâvâ, bir mes'ele, bir kişi hakkında verilen karar, emir.
Allahü teâlânın mü'minler hakkındaki hükmüne hayret ettim. Ona genişlik taktîr eder ve kulu buna râzı olursa, kulun hakkında hayırlı olur. Şâyet darlık ile hükmeder de yine kulu buna râzı olursa, bu da hakkında hayırlıdır. (H adîs- i şerîf-Sahîh-i Müslim)

Hükm-i Küllî:
Allahü teâlâya âit hüküm, emir.
Allahü teâlâ bir kul için bir şeye hüküm verdi mi, artık hükm-i küllîyi hiç kimse önleyemez. (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ul-Ehâdîs)

Hükm-i Müleffak:
Helâl ve haram, emir ve yasak, ibâdet ve tâatte, belli bir mezhebin hükümlerine uymayıp, birkaç mezhebin hükümlerini karıştırarak kolayına geleni seçtiği hüküm. (Bkz. Telfîk)
Dört mezheb âlimleri, hükm-i müleffak bâtıldır geçersizdir, buyurdular. (İbn-i Âbidîn)

Hükmî Temizlik:
Kadının âdet bitiminden îtibâren on beş gün içinde kan gördüğü halde temiz kabûl edilmesi. Bu on beş gün içinde kan görülen bu kan fâsid kan yâni istihâza kanıdır. (Bkz. Tam Temizlik)

HÜMEYRÂ:
Peygamber efendimizin, hazret-i Âişe vâlidemize verdiği lakab.
Dîninizin üçte birini Hümeyrâ'dan öğreniniz. (Hadîs-i şerîf-Medâric-ün-Nübüvve)
Âişe Sıddîka'nın radıyallahü anhâ fazîletleri, üstünlükleri sayılamıyacak kadar çoktur. Eshâb-ı kirâmın (Peygamberimizin sohbetinde bulunan müslümanların) fıkıh âlimlerindendi. Çok fasîh ve belîğ (güzel) konuşurdu. Eshâb-ı kirâma fetvâ verirdi. Âliml erin çoğuna göre, fıkıh bilgilerinin dörtte birini hazret-i Âişe haber vermiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, hazret-i Âişe'ye Hümeyrâ derdi. (Abdülhak-ı Dehlevî)

HÜMEZE SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin yüz dördüncü sûresi.
Hümeze sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Dokuz âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede geçen hümeze kelimesinden dolayı sûreye bu isim verilmiştir. Sûrede; mü'minlerin birbirlerini gıybet etmemeleri (arkalarından çekiştirmemeleri), başkalarına iy i davranmayanların Cehennem'e atılacağı bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Taberî)
Allahü teâlâ Hümeze sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı âdet edinenlere yazıklar olsun. (Âyet: 1, 2)

HÜNSÂ:
Erkek ve kadın olduğu belli olmayan, hem erkeklik hem kadınlık uzvu bulunan kimse.
Cemâatle namazda, erkekler, imâmın ardında saf olurlar. Erkeklerin ardında erkek çocuklar, onların ardında ise, hünsâlar saf olur. Hünsâların ardında da kadınlar saf olur. (Molla Hüsrev)

HÜR:
Köle olmayan erkek.
Cumâ namazının bir kimseye farz olması için lâzım olan dokuz şarttan biri de hür olmaktır. (İbn-i Âbidîn)

HÜRRE:
Hür kadın. Câriye olmayan kadın.
Hürre olan hanımlar, namaz kılarken, yüz ve elden başka bütün bedenlerini örter, göstermezler. Câriyeler (hür olmayan kadınlar) ise, sırt ve göbekten diz altına kadar örterler. (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Hürre olan kadının zevci veya ebedî mahrem (hiç nikâh düşmeyen) akrabâsından biri yanında bulunmadan, yalnız veya başka kadınlarla yâhut, âkıl, bâliğ ve sâlih olmayan mahremi, yakını, akrabâsı ile üç günlük (yaklaşık 104 kilometre) yola gitmesi haram dır. (İbn-i Âbidîn)

HÜRRİYET:
Hürlük, serbestlik.
1. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyup, herkesin hakkını gözetmek.
Hürriyet, başıboş kalıp, her istediğini yapmak demek değildir. (Ali bin Emrullah)
2. Maddî ve mânevî her türlü şeyin sevgisinden gönlünü kurtararak yalnız Allahü teâlâya kul olmak.
Kim hürriyet isterse, Allahü teâlâya kulluğa sarılsın. (Hallâc-ı Mensûr)
Hakîki hürriyet, kullukta kemâl derecesine varmakla mümkündür. Allahü teâlâya karşı kullukta sâdık olan, başkalarına köle olma boyunduruğundan kurtulup, gerçek hürriyete kavuşur. (İmâm-ı Kuşeyrî)

HÜSN-İ HÂTİME:
Son nefeste, rûhunu îmân ile teslim etme, îmân ile âhirete gitme.
Bir insanın hüsn-i hâtime ile mi yâhut sû-i hâtime (îmânsız gitme) ile mi öleceği, son nefeste belli olur. Bütün ömrü boyunca, kâfir olarak yaşayıp sonunda îmâna kavuşan olduğu gibi, ömrü îmânla geçip, Allahü teâlâ korusun sonunda îmânsız giden de ol ur. Kıyâmette son nefesteki hâle bakılır... (Ahmed Fârûkî)
Her müslümanın, ölümü düşünüp, hüsn-i hâtime sebeplerini elde etmek için çalışması ve sû-i hâtime ile bu dünyâdan ayrılmaktan çok sakınması lâzımdır. (Senâullah-i Dehlevî)
Rabbimiz! Sonumuzu sevdiklerinin sonu gibi eyle. Hüsn-i hâtime ile sona erdir. (Muhyiddîn-i ibni Arabî)

HÜSN-İ HULUK:
Güzel huy, iyi ahlâk. (Bkz. Ahlâk)

HÜSN-İ ZAN:
1. Kulların Allahü teâlâdan rahmetini ummaları.
Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ kendisine hüsn-i zan ederek yapılan duâyı elbette kabûl eder. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Kıyâmet günü, Allahü teâlâ bir kulunun Cehennem'e atılmasını emreder. Cehennem'e götürülürken, arkasına dönerek yâ Rabbî! Dünyâda iken (Cennetine kor diye) sana hep hüsn-i zan ettim deyince, onu Cehennem'e götürmeyiniz! Kulumu, bana olan zannı gibi karşılarım buyurur. (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
2. Bir kimse veya bir hâdise hakkında iyi kanâat sâhibi olmak.
Bütün müslümanlara hüsn-i zan etmek, iyi nazarla bakmak, iyi karşılamak lâzımdır. Sözleri, mümkün olduğu kadar iyiye yormalıdır. Müslümanın hayırlı ve sâlih olduğuna inanmak, ibâdet olur. (Muhammed Hâdimî)

HÜZN (Hüzün):
Üzüntü, keder. Sevincin zıddı. Bu, halk arasında kastedilen dünyevî hüzünden başkadır. Tasavvuf yolunda bulunanlara âit bir hâl.
Hüzn, insanın kalbini gafletten (Allahü teâlâyı unutmaktan) korur. Hüznü olmayan sâlikin (tasavvuf yoluna girmiş olanın) senelerce kavuşamadığı mânevî derecelere, hüzün sâhibi olan, kısa zamanda kavuşur. Allahü teâlâ kalbi hüzünlü, kırık olanları sev er. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, dâimâ hüzünlü ve Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünme hâli üzere idiler. Râbia-i Adviyye, vâ hüznâ (Vah hüzün) demekle bu mertebeye kavuşmayı arzû etmiştir. (Abdülhakîm Arvâsî)