Ey Nebi ! - Bilal Özkan
Ey Nebi !
'Sen gitmiştin.'
. . .
Ardından, Ebubekir gitti. Aşk sadakatını yitirdi. Ebubekirler gitti.
Sonra, adaleti sessizce gömüp toprağa Ömer gitti.
Ardından haya gitti , edep gitti. Zarafet gidince güzellik kıymetini yitirdi. Osman gitti.
Edebin olmadığı yerde ilme yer yoktu. Ali gitti. Aliler gitti. Kan gölünde boğuldu Kerbela...
Ardından, atına binen gitti. İzini sürmek için yola çıkanlardan sağ salim varanlar; şimdi senin yanında ...
. . .
Ey Nebi!
Büyük laflar ettik Sen'den sonra.. Sonu Sana varmayan sözler söyledik. Sen, her şeyi söyleyip gitmişken bize, biz söylenmemişi aradık. En yakınımız bile itibar etmedi bunlara... 'Sen' i çıkararak söylenen her söz, yanlış bir makamdaydı çünkü...
Önce 'dünya' dedik. Olmadı. Sonra 'coğrafya' dedik. Olmadı. 'Şehir' dedik, 'mahalle' dedik, 'ev' dedik. Olmadı. Bari 'kendimiz' dedik. Dedik lakin büyük savaşı kaybetmiştik ki küçüklerine mecal mi kalsın!
. . .
Ey Nebi!
Senin yokluğunda ; acı ve çileyi koydular mataramıza... Ki biz her susayışımızda onu yudumluyorduk.
Senden sonra ;ne senin aşkına 'anasını babasını feda edecek' evlatlar kaldı, ne de yoluna feda edilecek 'ana, baba'...
Sözünü, senin sesinden daha fazla yükselterek söyleyenler vardı aramızda. İtibar ettik onlara. Ses çıkarmadık. Ne alnındaki secde izlerinden tanınan müslüman kaldı, ne de onu tanıyacak basirette mü'min.
Besmele çekip, söze 'Ebuzer'le başlayanların düşlerini, ucu göğe varan gökdelenler süslüyor şimdi.
. . .
Bizim çağımızda ey Nebi, münafığın itibarı mü'minden fazlaydı. Onları tac edip koyduk başımıza ve kaldık mı bir başımıza !...
Sen bize nemli gözlerle yaşamayı öğretmişken, gözlerimiz dünyalık sevinçlerin telaşındaydı oysa...
Oryantalistler artık hikayemizi biliyordu. Tüm güvercin yumurtalarını kırıp elektrik verdiler damarlarımıza...
Fellek fellek aradığımız düşmanlar ; birimizin gözünden çıktı, birimizin elinden, birimizin dilinden.. Bir diğerimizin ise tam içinden...
"Ey sevgili, en sevgili " dedik. "Yokluğunda " dedik. "Sen gidince efendim.." dedik.. Firakın uzadıkça, vuslata dair yazılar çoğaldı çoğaldıkça... Tanrılarını helva yapıp yiyenlerin ununu şekerini biz ürettik. Yetmedi. Sen Bedir'de kuyularını kuruturken, biz sularımızı verdik.
Düşmanlarin eliyle besleniyor şimdi müslüman coğrafya....
Ey Nebi!
Ümmetin başka başka yollara sapti Sen'den sonra... 'Izm' lerle avutuldu ümmetin. Erkeklerimiz hümanist oldu, kadinlarimiz iyi bir feminist...
Bini bir paradan bin parçaya bölündü coğrafyan...
Senden sonra ; Afganistan vuruldu. Keşmir kavruldu. Çeçenistan unutuldu. Bosna duruldu. Bagdat satildi... Mescidinin alti oyuldu. Haya, örtüsünden soyundu. Dinin, gözlerimizin içine baka baka soyuldu. Toprak, 'iyilerimiz'i almaya koyuldu. Müslüman mahallesine salyangoz pazari kuruldu. Ümmet, yoklugunda yoruldu, yoruldu....
Anlam, renk, tat, koku, büyü, ahenk, fıtrat, aşk , muhabbet, zaman ve düzen... Ne varsa bozuldu. Hangi birini saysak ey Nebi ! Yüzümüz yok ki şikayete... Söylenmeye hakkımız yok !..
1400 yıldır ilk söylendiği gibi gelen - öyle saf, öyle duru gelen - bir tek 'söz' vardı, 'sözlerin' vardı. Onu da biz bozduk.
'Binlerce kere tövbe' dedik, yeminler ettik. Zaman geçti. Tövbeyi de yeminlerimizi de bozduk.
Bildiğimiz, iman ettiğimiz 'Bir'di. İki oldu. On oldu. Yüz oldu. Bin oldu...
. . .
Ey Nebi !
Senin ardından, ritmini kaybetmiştik hayatın ve tüm tellerimiz bozuk çalıyordu.
Ebreheler şehirlerimize demir fillerle saldırırken, artık ellerinde kurşunlarla şehri koruyacak ebabillerin yoktu. Zaman devrini tamamliyordu ve bizim 'Kitap'a ayiracak vaktimiz dahi yoktu.
Kuş tüyü yataklara gömerken kafamızı, sadece komşumuza değil, 'komşuyu bize mirasçı kılan' sana da kapalıydık aslında...
. . .
Ey Nebi !
Taif yolları hala dikenli. Hala taşlı... Taif'te seni taşlayanların çağdaşları, bugün camdan evlerimizde bizleri taşlıyor.
Araf'takilerin sayısı gün be gün artıyordu; yeryüzü coğrafyasına düşen her bir bombadan sonra...
'Tebliğ' ; sadece 'belağat' olarak karşılık buldu sözlüklerimizde. 'Her kuyunun dibinde bir Yusuf yatar' gerçeği yanı başımızda duruyorken, gerisin geri gittik yanlarına Yusufların...
Kaburga kemiklerimiz kırılmıştı düştüğümüz yerden doğrulduğumuzda... Yüzyıllar boyu köle gibi boynu bükük gezdirildik meydanlarda...
Hançerelerimizden aşagi inebilseydi Kur'an, bu kadar yamuğun arasında bir doğru çizebilecektik elbet!
. . .
Bağrı taşlaşanın bağrına taş basmasına ne gerekti! Karnımız hiç aç kalmadı ve soframızdan hiç aç kalkmadık ki Sen'den sonra...
O kadar geri kaldık ve beceriksizdik ki ashabını filmlerde dahi canlandıranlar yine 'Sana inanmayanlar' oldu.
İçimizden Salebe'nin yolunda, Salebe gibi binlercesi helak oldu. Ardından, "Muhammed ölmedi!" diye haykıran Ömerlerin yankısı kayboldu.
. . .
Sen yanımızda olmayınca ey nebi!
Medine sokaklarında bize 'Hoş geldin!' diyen olmadı. 'Talealbedru' lar hoş bir seda olarak kaldı kulaklarımızda.. Sen yanımızda olmayınca bize acıyan da olmadı.
. . .
Ey Nebi!
Beraber Uhut'a çıkacaktık oysa... Geri dönmek üzere şehre şöyle bir bakacaktık.
Birlikte dünyayı dolaşacaktık. Yanımızda Sen ve elimizde Kitap, bütün putları asamızla bir hamlede devirip sancağımızı dalgalandıracaktık. Sonra Sen, davetini okuyacaktın insanlara. Kurtuluşa ve esenliğe çağıracaktın. Krallara ve sultanlara ulaşmak üzere mektuplar yazıp postalayacaktık. Ardından biz varacaktık yanlarına... Hakk'ın silahı yanımızda, eğilip bükülmeden dimdik duracaktık karşılarında. "Ya ol, ya öl !" diyecektik.
Dizimiz, dizinin dibinde günlerce mağarada saklanacaktık. Sen gizli tılsımlar fısıldayacaktın kulaklarımıza. Biz, Sen'i kollayan güvencin olacaktık. İncecik ağlarımızı örüp kapına, seni koruyan örümcek olacaktık.
Safa'yla Merve arasında gidip gelirken binlerce kere, içimizdeki ve dışımızdaki şeytanları taşlayacaktık. Yol verecektik ümmete. Yol olacaktık.
İçimizden Ali olanlar, yatağındaki sıcaklığı hissedenlerden olacaktı.
Senin biricik Haticen olacaktık. Biricik Ayşen... Hepimiz evladın Fatıma olacaktık. Hasan Hüseyin olup Sen'in omuzlarından temaşa edecektik alemleri..
Birimiz Ömer olup; Sana inanmayanın, hükmüne razı olmaylarnın boynunu vuracaktı. Bir diğerimiz Kaab bin Züheyr olacak ve küfre saplanan ok mesabesinde hikmet dolu mısralar okuyacaktı.
Daha seni evimizde ağırlayacaktık. Utana sıkıla bir kuru ekmekle bir parça tuz koyacaktık sofrana. Ve sen yüzünde tebessüm, müjdeler yağdıracaktın yuvamıza...
Erkam'ın penceresinden gün ışıdığında ve güneş secdeye kapanırcasına yüzüne vurduğunda; tekbir sesleriyle inleyen yine Mekke olacaktı.
Birimiz 'kırk' ve kırkımız 'bir' olduğunda , kırk halka bir zincire vurulduğunda ; zaman ve mekan yeni baştan yaratılacak ve tarih yeniden yoruma muhtaç olacaktı.
Ey Nebi !
Sırtındaki hırka, belindeki kılıç, elindeki asa, baş koyduğun hasır parçası olacaktık. Alemlerin efendisini taşıyor olmanın tarif edilemez kıvancıyla, 'Kusva' olup diyar diyar taşıyacaktık seni. Bizi terkeder olduğunda, kütükleşmiş gözlerimizden yaşlar dolup taşacaktı. Ve Sen bizi şefkatli ellerinle okşayacak, canım kurban ellerinle okşayacaktın...
Sen bizi korkutacak, bizi ümitlendirecek, Sen bize kızacak, acıyacak, bize merhamet edip müjdeler verecek, bizi haberdar edecektin.
Yüzünde küçük bir tebessüm yakalayıp bir ömür mutlu olmak için peşin sıra koşacaktık ardından. Sen neredeysen biz orada olacaktık.
Sen nereliysen biz oralı olacaktık.
. . .
Sen... Alemlerin biricik efendisi!
Sen... İki cihan serveri...
Sen... "Falanca kabileden kurutulmuş et yiyen bir kadinin oglu..."
Biz, seni kor bir ateş gibi ellerinde tutan ve etrafinda dönüp duran pervaneler!
Biz, sevgine aç / rahmetine muhtaç bilmem kaçıncı yüzyılın inanmışları!
Bizler senin biricik ümmetin...
Biz... Filanca kabileden taze et yiyen kadınların evlatları...
. . .
Bizi terk edişinin üzerinden yüzyıllar geçti ey Nebi!
Çağlar açılıp çağlar kapandı. Milyarlarca insan gelip geçti bu topraklardan .. Lakin ne senin çağın gibi bir çağı, ne de mübarek yüzünde beliren o sıcaklığı bu dünya görmedi. Bir daha da görmeyecek.
Şefaat et Ey Nebi!
Şefaat et Ey Rasul !
Kaynak : muhammedmustafa.net