20 Nisan 571 tarihine rastlayan Rebiu'l-evvel ayının 12'nci
günü Pazartesi gecesi Peygamberimiz Efendimiz dünyayı şereflendirmişlerdir.
14 asır evvel böyle bir gecenin sabahında güneş ufuktan doğmadan insanlığın
hayat ufkunda ilâhi bir nur doğmuş oluyordu. Şair ne güzel söylemiş:
"Envar ile kâinat doldu, İşte bu gece sabah oldu."
Bu gecenin sabahında Hz. İbrahim ile oğlu Hz. İsmail'in duaları ve İsa aleyhi'selamın müjdesi gerçekleşmiş oluyordu. Kur'an-ı Kerim'de hikaye edildiğine göre Hz. İbrahim ile oğlu Hz. İsmail Kâbe'yi inşa ederlerken şöyle, dua etmişlerdi:
"Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber Beytullah'ın temellerini yükseltiyor (ve şöyle dua ediyorlardı:) :
Ey Rabbimiz, bizden bunu kabul buyur, sen işitensin bilensin.
Ey Rabbimiz, bizi sana boyun eğenlerden kıl, soyumuzdan da sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tövbemizi kabul et; zira tövbeleri çokça kabul eden ancak sensin.
Ey Rabbimiz, onlara, içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir
peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin."[1]
Hz. İsa da şu müjdeyi vermişti:
"Ey İsrail oğulları, ben size Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevratı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmet adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti,"[2]
Bir gün Ashab-ı Kiram peygamberimizin hayatının ilk günlerini anlatmasını rica etmişler, o da şu sözleri söylemişti:
"Ben, atam Hz. İbrahimin duası, kardeşim Hz. İsa'nın müjdesi, annem Amine'nin rüyasıyım. Annem bana hamile olduğu sırada bir rüya görmüştü: İçinden bir nur çıkmış ve bu nur Suriye'deki sarayları aydınlatmıştı:"[3]
Evet, işte bu gecenin sabahında Hz. İbrahim'in duasına ve Hz. İsa'nın müjdesine mazhar olan bu son Peygamber, bir güneş gibi doğdu.
Değerli müminler, bu gecenin sabahı gerçekten feyizli bir sabahtı. İnsanlık için yepyeni bir gün doğmuş aydınlık bir devir açılmıştı. Hz. Adem'le başlayan tevhid inancı yeniden canlanmış, cehalet ve sapık inançlarla kararan ruhlar, bu doğuşla aydınlığa kavuşmuştu. Bir fazilet güneşi ve hidayet meş'alesi olan peygamberimizin doğumu, Allah'ın bütün insanlara en büyük nimetlerinden birisidir. Bu husus Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade buyurulmaktadır:
"And olsun ki Allah, müminlere ayetlerini okuyan, onları kötülüklerden temizleyen, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki onlar önceleri apaçık bir sapıklıkta idiler."[4]
Ayet-i Kerime'de ifade buyurulduğu üzere, gerçekten insanlar peygamberimizden önce her türlü değer ölçülerini yitirmiş, yollarını şaşırmışlardı. Küfür ve zulüm, gönülleri karartmış, Allah'a giden yoldan uzaklaştırmıştı. Hayır ve fazilet namına hiçbir şey kalmamıştı. Sosyal hayat bozulmuş ahlak bağları tamamen çözülmüştü. Hak, kuvvete boyun eğmiş, merhamet ve şefkat kalplerden silinmişti. Kadın esir muamelesi görmüş, bir eşya gibi alınıp satılmıştı. Kız çocukları acımasızca diri diri toprağa gömülmüştü. Evet, bunları kim söylüyor? Bunları bu toplumun içinde yaşayan insanlar söylüyor. Nitekim Mekke'de gördükleri zulüm ve işkence yüzünden Habeşistan'a göç etmek zorunda kalan ilk
Müslümanlar Habeş kralına, hicrete mecbur olduklarının sebeplerini anlatırken, bakınız neler söylüyorlar :
"Ey hükümdar, biz cehalet içinde yaşayan bir millet idik, putlara tapıyor, laşe yiyorduk. Fuhuş yapıyorduk. Akraba ile
münasebeti kesiyor, komşularımıza kötülük yapıyorduk. Kuvvetli olanımız zayıf olanı eziyordu. Biz toplum olarak bu halde yaşarken Allah Teâlâ bize acıdı, lütfederek içimizden birini peygamber gönderdi. Soyu, iffeti ve dürüstlüğü hepimizce bilinen birisi. O bizi yalnız Allah'a ibadet etmeye çağırdı. Atalarımızın tapına geldikleri ağaç ve taş parçalarını
terk etmemizi söyledi. Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağlarına riayat etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi; kan dökmekten ve haram olan şeylerden sakınmayı öğütledi. Bizi fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadınlara iffetsizlik iftirasında bulunmaktan uzak durmayı emretti. Allah'a ibadet edip O'na hiçbir
suretle ortak koşmamayı emretti. Namaz kılmaya, sadaka vermeye ve iyilik yapmaya bizi çağırdı. Biz de ona inandık, getirdiği dini kabul ettik. Onun haram dediğini haram bildik, helâl dediğini helâl tanıdık. Bundan dolayı içinde yaşadığımız, her yönü ile kokuşmuş toplum bize düşman kesildi, eziyet ve işkence yapmaya
başladı. Bu sebeple biz de hicret ederek ülkenize geldik."[5]
İşte bu sözler o toplumda yaşamış olan insanların sözleridir. Demek ki o toplum içine düştüğü bu bunalımdan büyük ölçüde rahatsızlanmış, beklediği kurtarıcıyı bulunca ona sımsıkı sarılmıştı. Onun getirdiği esasları benimsemiş ve onları hayata geçirmek için hicret etmeyi ve hiç tanımadığı bir ülkeye gitmeyi göze almıştı.
Değerli kardeşlerim, Peygamberimiz az önce de söylediğimiz gibi 571 yılı Nisan'ın 20'sine rastlayan Rebiu'l-evvel ayının 12'nci Pazartesi gecesi tan yeri ağarırken Mekke'de dünyaya geldi. Babası Abdullah, annesi Amine'dir.Babası Abdullah onun doğumundan iki ay kadar önce ölmüş bu mutlu güne erişememişti. Dedesi Abdülmüttalip torununa Muhammet adını vermişti. Ataları arasında böyle bir ad yoktu. Bunu duyanlar Abdülmüttalip'e bu adı niçin koyduğunu sordular. Abdülmüttalip şu cevabı verdi:
"Umarım ki, onu gökte Hak, yerde halk övecektir."
Tarihçiler, peygamberimizin doğduğu gece dünyada olağanüstü bazı olayların meydana geldiğini naklederler. O gece İran'da hükümdar Kisra'nın sarayından 14 sütun yıkılmış, Sava gölü kurumuş, bin yıldan beri yanan Mecûsilerin ateşi sönmüştü. Bu olaylar ilerde İran saltanatının yıkılacağına, Bizans İmparatorluğu'nun çökeceğine ve putperestliğin ortadan kalkacağına işaret idi ve öyle de oldu.[6]
Peygamberimizin hem çocukluğu ve hem de gençliği hiç kimsede görülmeyen bir güzellik içerisinde geçti. Herkes ona "Güvenilir Muhammed" diyordu.
Nihayet 40 yaşına geldi; içerisinde bulunduğu toplumdan çok rahatsızdı. Bu toplumu içerisine düştüğü bunalımdan kurtarmak için ne yapılmalıydı? Hep bunu düşünüyordu. Allah'a ibadet etmek için de zaman zaman Mekke yakınında bulunan Hira dağındaki mağaraya çekiliyor, günlerce burada kalıyordu. 610 yılının ramazan ayında sözünü ettiğimiz mağarada bulunduğu sırada kendisine Cebrail adındaki melek geldi. Peygamberimiz o anı şöyle anlattı:
"Melek bana:
- Oku, dedi. Ben :
- Okuma bilmem, dedim. Bunun üzerine melek beni alıp gücüm tükeninceye kadar
sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine:
- Oku, dedi. Ben de ona:
Okuma bilmem, dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatım kesilinceye kadar sıkıştırdı.
Sonra beni bırakıp:
- Oku, dedi. Ben:
Okuma bilmem, dedim. Nihayet beni yine alıp üçüncü defa sıkıştırdı sonra beni bırakıp :
"Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı Alak'tan yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğreten O'dur. İnsana bilmediğini O öğretti."[7] Cebrail aleyhi's-selam bu ilk ayetleri tebliğ etmiş ve peygamber olarak görevlendirilmiş olduğunu da kendisine müjdelemişti.
Peygamberimiz korkudan titreyerek eve döndü ve eşi Hz. Hatice'ye:
Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz, dedi Hz. Hatice de onu örttü. Bir süre sonra peygamberimiz olup bitenleri Hz. Hatice'ye anlattı ve:
- Kendimden korktum, dedi Hz. Hatice
- Öyle deme, Allah'a yemin ederim ki, Allah Teala hiçbir vakit seni utandırmaz.
Çünkü sen akrabalık bağlarına hürmet ediyor, borçluların borcunu ödüyor, yoksullara
yardım ediyorsun. Misafirlere ikramda bulunuyor, doğruları destekliyorsun, dedi.[8]
İşte böylece peygamberimize peygamber olduğu Cebrail adındaki melek tarafından
tebliğ edilmiş ve ilk ayetler de vah yedilmiş oldu.
Değerli kardeşlerim, Hz. Muhammed son peygamberdir. Allah Teâlâ Hz. Adem'den itibaren kesin sayılarını ancak kendisinin bildiği pek çok peygamber göndermiştir. Peygamberimiz bunların sonuncusudur. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmuştur.
"Muhammed, içinizden herhangi birinizin babası değil, o, Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir."[9]
Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur:
"Benimle peygamberlerin benzeri, şu bir kimsenin benzeri gibidir ki, o kişi bir ev yaptırmış, binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu durumda halk binaya girip gezmeye başlarlar ve eksik yeri görüp hayret ederek: "Şu bir tuğlanın yeri boş bırakılmış olmasaydı" derler. İşte ben o tuğlayım, ben peygamberlerin sonuncusuyum."[10]
Peygamberimiz önceki peygamberler gibi bir milletin değil, tüm
insanlığın peygamberidir. Diğer peygamberlerden farklı yönlerinden birisi budur.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:
"Ey Muhammed, biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir.
Fakat insanların çoğu bunu bilmezler."[11]
Peygamberimiz yalnız insanlara değil, alemlere rahmet olarak
gönderilmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmuştur:
"Ey Muhammed, biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik."[12]
Evet, peygamberimiz sadece insanlar için değil, alemler için
bir rahmettir. Peygamberimiz bütün insanlara hatta canlılara şefkat ve merhamet
gösterir, bu konuda insanlar arasında ayırım yapmazdı. Müslüman olsun, olmasın
kadın erkek, büyük küçük, zengin fakir, köle efendi herkese merhamet ederdi.
Bir savaş esnasında bir kaç çocuk çarpışan iki taraf arasında kalmış ve ölmüşlerdi.
Peygamberimiz bundan haberdar olduğu zaman büyük üzüntü duymuştu. Askerler peygamberimizin
üzüldüğünü görünce:
- Ey Allah'ın Resûlü, neden bu kadar üzülüyorsunuz, bunlar nihayet müşrik çocukları
değil mi? dediler. Peygamberimiz:
- Bu çocuklar müşrik çocukları da olsa bunlar insandır. Bugün sizin en hayırlı
olanlarınız müşrik çocukları değil mi idi? Dikkat ediniz, kesinlikle çocuk öldürmeyiniz.
Her can Allah'ın fıtratına göre yaratılmıştır.[13]
buyurdu.
Adamın biri peygamberimize başvurarak bir düşmanı için lanet
etmesini istemişti. Peygamberimiz "Ben lanet okumak için değil, fakat aleme
rahmet olmak için gönderildim." buyurdu."[14]
Herkese şefkat ve merhamet gösteren peygamberimizin inananlara
özel bir şefkati vardı. Elbette öyle olmalı idi. Çünkü inananlar, onun getirdiği
dini benimsemiş, malları ve canları ile o dinin yayılması için büyük fedakarlıklar
göstermişlerdi. Bu konuda şöyle buyuruluyor:
"And olsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir
ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O size çok düşkün, müminlere
karşı çok şefkatlidir, merhametlidir."[15]
Değerli müminler, peygamberimiz anılırken akla ilk gelen, onun,
Kur'an-ı Kerim'le övülmüş olan yüksek ahlakıdır. Onu Allah Teâlâ terbiye ettiği
için bir insanda bulunması düşünülebilen güzel huy ve davranışların daha mükemmeli
onda toplanmıştı. Ahlâkının güzelliğine ve her yönü ile güvenilir olduğuna düşmanları
bile hayrandı. Daha gençliğinde halk arasında "el-Emin-güvenilir" kimse
olarak tanınmış olduğunu az önce söylemiştik. Şu olay bunun çarpıcı bir örneğidir:
Kâbe kureyş tarafından yenileniyordu. Her kabile kendisine düşen
bölümü yapmış, sıra "Hacer-i Esved"in yerine konmasına gelmişti. Kureyşten her
kabile "Hecer-i Esved" i yerine koyma şerefini kazanmak için, o hizmeti yapmak
istiyordu. Bu yüzden kabileler arasında tartışma çıktı. Her kabile "Hacer-i
Esved"i yerine koyma şerefinin kendisine ait olduğunu iddia ediyordu. Hele Abdüddar
oğulları çok ileri gidip bir çanak dolusu kan getirdiler. Ellerini bu kana bulaştırıp:
"Kanımız dökülmedikçe kimse önümüze geçemez" diye yemin ettiler. Bu tartışma
dört beş gün devam etti. Nerde ise kabileler arasında savaş çıkacaktı ki, kureyşin
en yaşlısı olan Ebu Umeyye Beni Muğire kureyşin ileri gelenlerini mescide topladı.
Konuyu tekrar tartıştılar ve şu karara vardılar: Belirledikleri vakitte mescidin
safa tarafındaki kapısından önce kim içeriye girerse o, hakem olacaktı. Belirlenen
vakitte evvela bu kapıdan peygamberimiz içeri girdi. Bunun üzerine kureyş ileri
gelenleri hep bir ağızdan: "İşte bu giren zat, emindir, bunun hakemliğine razıyız.
Bu güvenilir zat, Muhammettir" dediler. Peygamberimiz bunların yanına gelince,
kendisini hakem tayin ettiklerini ve bunu kabul etmesini rica ettiler. Peygamberimiz
onları dinledikten sonra hakemliği kabul etti ve: "Bana bir yaygı getirin" buyurdu.
Getirilen bu yaygının içine kendi eliyle "Hacer-i Esved-i" koydu. Sonra kabile
başkanlarının bu yaygının birer ucundan tutup birlikte kaldırmalarını söyledi.
Böyle yaptılar, her kabile yaygının bir ucundan tutarak "Hacer-i Esved"i konacağı
yere kadar kaldırdılar, peygamberimiz de onu yerine koydu. Böylece her kabile
"Hacer-i Esved"i yerine koyma şerefinden payını aldı ve tartışma da böylece
bitmiş oldu.[16]
Bu olayda önemli olan şudur: Peygamberimizin küçük yaştan beri
kimseyi incitmeyip o yaşa gelinceye kadar fazilete aykırı hiçbir hal hareketi
görülmediği için peygamber olarak gönderilmeden önce de kureyş arasında "güvenilir"
ünvanı ile tanınmış olmasıdır.
İslâmiyet'in kısa zamanda ve hızla yayılmış olması şüphe yok
ki onu tebliğ eden peygamberin yüksek ahlakı ile ilgilidir. İnsanlar onun dürüstlüğüne
ve güvenilir olduğuna inanmasalardı onun etrafında toplanırlar mıydı? Nitekim
Kur'an-ı Kerim'de bu husus şöyle ifade edilmiştir:
"Ey Muhammet, Allah'ın rahmetinden dolayı sen onlara karşı
yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır
giderlerdi. Onları affet, onlara bağış dile, iş hakkında onlara danış, fakat
karar verdin mi Allah'a güven. Doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever."[17]
Peygamberimizin, yaşadığı hayat ile telkin ettiği esaslar arasında
tam bir ahenk mevcut idi. O, telkin ettiği esasları önce kendisi uygulardı.
Çünkü insan, başkalarına verdiği öğüdü kendisi uygulamazsa onun başkaları üzerinde
etkisi de olmaz. Esasen Kur'an-ı Kerim, "Ey iman edenler, yapmayacağınız
şeyleri niçin söylersiniz."[18]
diyerek kişinin yapmayacağı şeyi başkalarına söylemesinin doğru olmayacağını
bildirmektedir.
Değerli kardeşlerim, Hz. Aişe validemize, peygamberimizin ahlakının
nasıl olduğu sorulduğunda, o: "Onun ahlâkı Kur'an'dı" demiştir.[19]
Peygamberimiz, davranışları ve üstün kişiliği ile en güzel örnektir.
Esasen Kur'an-ı Kerim tek örnek kişi kabul etmektedir ki, o da peygamberimizdir.
Şöyle buyurulmuştur: "And olsun ki, Allah'ın Resûlü, sizin için, Allah'a
ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok ananlar için güzel bir örnektir."[20]
Ayet-i kerimede Peygamberimizin, Allah'ın razı olacağı davranışlarda
bulunmak isteyenler için canlı bir örnek ve büyük fazilet numunesi olduğu anlatılmaktadır.
Peygamberimiz, peygamber olarak insanları davete başladığı zaman,
onu duyan komşu ülkelerin başkanları karşılaştıkları her Mekke'liden peygamberimiz
hakkında bilgi alıyorlar, daha çok ahlakının nasıl olduğunu soruyorlardı. İşte
Mekke ileri gelenlerinden Ebu Süfyan Müslüman olmadan önce ticaret amacı ile
Şam'a gittiği zaman Bizans İmparatoru onu huzuruna çağırmış ve peygamberimizle
ilgili kendisine bazı sorular sormuştu. Bu sorulardan birisi de şöyle
idi:
Peygamberlik iddiasında bulunan bu zatın daha önce hiç yalan
söylediğini duydunuz mu? Ebu Süfyan:
- Asla yalan söylediğini duymadık, diye cevap verdi. Bunun üzerine imparator
:
- Size peygamberlik iddiasında bulunan bu zatın evvelce hiç yalan söyleyip söylemediğini
sordum, onun hiç yalan söylemediğini ifade ettiniz. Şayet bu zat Allah hakkında
yalan söylemiş olsa daha evvel insanlara yalan söylemesi gerekirdi, dedi.[21]
Değerli müminler, peygamberimize göre ahlak her şeydi o, ahlaka
o kadar önem verirdi ki, dinin ne olduğunu soranlara, dinin güzel ahlaktan ibaret
olduğunu söylerdi. Hatta ahlakı güzel olmayanın konuştuğu zaman yalan söyleyenin,
söz verdiği zaman sözünde durmayanın, emanete hıyanet edenin -diğer dini vecibelerini
yerine getirmiş olsa bile- olgun mümin olamayacağını söylerdi.
Onun hayatını inceleyenler, onun ne yüksek bir ahlaka sahip
olduğunu göreceklerdir. O, kim olursa olsun, herkese iyi muamele eder, kimseyi
incitmez, ayıplamaz ve kırmazdı.
Ebu Saîd el Hudri (r.a.) anlatıyor:
"Bir gün bedevilerden biri peygamberimizden alacağını tahsil
etmeye gelmişti. Edep ve terbiye ölçülerini aşarak peygamberimize kaba ve sert
sözler söyledi. Ashab-ı Kiram bedevinin bu hareketine kızarak:
- Sen kiminle konuştuğunu biliyor musun? dediler. Bedevi hiç aldırmadı:
- Ben hakkımı istemeye geldim, dedi. Bunun üzerine peygamberimiz ashaba:
- Siz onun tarafından olacaktınız. Çünkü bu adam hakkını istiyor, buyurdu.
Ve bedeviye hakkını fazlası ile verdi.[22]
Peygamberimizin arkadaşlarından herhangi biri kendisinden bir
ricada bulunduğunda bu ricayı geri çevirmez, yerine getirirdi.
Mahmud b. Er-Rebiu'l-Ensari (r.a.) anlatıyor:
"Peygamberimizin arkadaşlarından Bedir savaşında hazır bulunan Ensardan ıtban
b. Malik, peygamberimize gelerek "Ey Allah'ın Resûlü, gözlerim görmez oldu.
Halbuki mahallemiz halkına namaz kıldıran benim. Yağmur yağdığı vakit onlarla
aramızda olan dere akar da mescitlerine gidip namaz kıldıramaz oluyorum. Gönlüm
ister ki bana gelip evimde namaz kıldırasın da senin namaz kıldığın yeri namazgah
edineyim: dedi. Peygamberimiz: "İnşallah bunu yaparım" diye vadetti.
Itban diyor ki : Ertesi sabah peygamberimiz beraberinde Ebû Bekir olduğu halde
gün yükseldiği vakit bana geldiler. Peygamberimiz içeri girmek için izin istedi.
Eve girdiğinde oturmadı, bana:
- Evinin neresinde namaz kılmamı istersin? dedi. Ben de namaz kılmasını istediğim
yeri ona gösterdim. Peygamberimiz namaza durup tekbir aldı. Biz de arkasında
durarak saf olduk. İki rekat kıldırıp selam verdi. Bunun üzerine biz onun için
pişirdiğimiz çorbaya onu alıkoyduk. Mahallemiz sakinlerinden bir çok kimseler,
peygamberimizin evimizi şereflendirdiğini haber alınca birer birer geldiler.
İçlerinden biri mahallede oturan Malik b. Ed-Dühayşin'i göremeyince sordu: "Malik
nerede? dedi Orada bulunanlardan bir başkası:
- O, Allah'a ve peygamberine sevgisi olmayan bir münafıktır, dedi. Peygamberimiz:
- Böyle deme, görmüyor musun ki, "Lâilahe illallah ( Muhammedü'r Resülullah)"
diyor ve bunu Allah rızası için söylüyor, buyurdu. Bunun üzerine o zat:
- Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedi. Itban diyor ki. Peygamberimizi münafıklar
hakkında hep böyle iyilik ve hayır düşünür bulurduk, dedi. Sonra peygamberimiz:
Allah Teâlâ, O'nun rızasını arayarak "Lâilâhe illallah" diyen kimseyi cehennem
ateşine haram kılmıştır, buyurdu.[23]
Peygamberimiz hayatı boyunca adaletten kıl kadar ayrılmamıştır.
Herkese karşı adil davranmış, insafla muamele yapmıştır.
Hz. Aişe validemiz anlatıyor: Mahzumî kabilesinden bir kadın
hırsızlık etmişti. Mekke ileri gelenleri, asil bir aileye mensup olan bu kadının
ceza görmemesi için peygamberimizin çok sevdiği azatlı kölesi Zeyd'in oğlu Usame'yi
peygamberimize şefaatçi olarak gönderdiler. Peygamberimiz Usame'yi dinledikten
sonra:
- Sizden öncekiler bu gibi farklı uygulamaları sebebiyle helak olmuştur. Onlar,
yoksullara en ağır cezayı uygular, zengin ve itibarlı olana ise ceza vermezlerdi,
buyurarak kanunların uygulanmasında ayırım yapılmasının toplumun yok olmasına
sebeb olacağını bildirmiş ve:
- Allah'a yemin ederim ki; Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık etse mutlaka cezasını
verirdim.[24]
buyurdu.
Ebû Said el-Hudrî (r.a.) anlatıyor:
Bir defa peygamberimiz savaş ganimeti dağıtıyordu. Çok kalabalık vardı. Adamın
biri peygamberimizin adeta sırtına binmişti. Peygamberimiz elindeki çubukla
kendisini rahatsız eden bu adama geri durması için işaret etmiş, fakat çubuk
adamın yüzüne gelerek, yüzünü incitmişti. Peygamberimiz hemen çubuğu adamın
eline vererek:
- İntikamını al, demişti. Adam:
- Ey Allah'ın Resûlü, ben şikayetçi değilim, diye cevap verdi.[25]
Değerli müminler, peygamberimizin yüksek ahlakını böyle bir
vaazda anlatmak mümkün değildir. Biz sadece onun ahlakından bir iki örnek verdik.
Geniş bilgi almak isteyenler peygamberimizin hayatını incelemelidirler.
Değerli müminler, peygamberimizin doğumunu anarken ne yapacağız?
Bazı yerlerde olduğu gibi kaside ve ilahiler söyleyip kandil simitleri dağıtmakla
mı yetineceğiz? Elbette bunlar da güzel adetlerdir. Ancak onun doğumunu anmak
bu değildir. Onu anmaktan asıl gaye, onun cihanşümul olan nübüvvet ve risaletini,
yüksek ahlakını anmak ve sünnetine uyma azmini tazelemektir. Çocuklarımıza onun
hayatı ile ilgili bilgi vererek onu sevdirmeye çalışmaktır. Çünkü onu sevmek
imandandır, hatta imanın ta kendisidir.
Nitekim peygamberimiz:
"Nefsim kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, hiç biriniz, ben ona babasından
ve çocuğundan da daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz", buyurdu.[26]
Peygamberimizi sevmek demek onun sünnetine uymak ve onu hayata
geçirmektir. Nitekim peygamberimiz
"Sünnetimi ihya eden beni sevmiş demektir. Beni seven ise cennette benimle beraberdir"
buyurmuştur.[27]
Değerli kardeşlerim, Allah Teâlâ'nın sevgisine ve mağfiretine
mazhar olmanın tek yolu, O'nun sevgili Peygamberinin sünnetine uymaktır. Nitekim
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulmuştur:
"(Ey Muhammed) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz
ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı
ve esirgeyicidir."[28]
İşte bu ayet-i kerime, peygambere uymanın, Allah'ın rızasını kazanmaya ve günahların
bağışlanmasına vesile olacağını gayet açık bir şekilde ifade buyurmaktadır.
Bu duygu ve düşünce ile kutlu doğumun hepimize, aziz milletimize
ve bütün Müslüman kardeşlerimize mübarek olmasını ve peygamberimizin şefaatine
bizi mazhar kılmasını Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyorum.