SELMAN el-FARİSÎ
Seçkin ve meşhur sahabilerden biri. İran asıllı olup,
İsfahan'ın Cayy kasabasında doğmuştur. Bir rivayete göre de doğum yeri
Râmehürmüz'dur. Doğum tarihi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Selman (r.a)'ın
müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b. Buzahşan'dır. Müslüman olduktan sonra
Selman ismini almıştır. Künyesi Ebu Abdullah'tır. Ona nesebi sorulduğu zaman;
"Ben; Selman b. İslam'ım" demiştir (İbn Sa'd Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), IV,
75; İbnul-Esir, Üsdül-Ğabe, II, 417; İbn Hacer el-Askalani, rel-İsâbe, Bağdat
(t.y.), ll, 62). Selman (r.a)'ın babası Mecusiliğe aşırı bağlı olan bir köy
ağası (Dikhan) olup büyük bir çiftliğe sahipti. Onun evinde bir ateşgede vardı
ve onda ateşin sönmeden sürekli yanmasını sağlama işiyle Selman (r.a)
ilgileniyordu. Babasının ona karşı olan sevgisi çok aşırıydı. Bu yüzden onu,
kendisine bir zarar gelmesin diye eve kapatmıştı. Bu arada Selman (ra),
Mecusiliğin gerçek bir din olup olamayacağı hakkında düşünmeye başladı. Ancak o
kendi deyimiyle, bir köle gibi eve hapsedildiğinden, dışarıdaki olaylardan pek
haberdar değildi ve bu yüzden Mecusiliği diğer dinlerle karşılaştırma imkanından
yoksun bulunmaktaydı. Bir ara babası, işleri yoğunlaşınca onu tarlalardan
birisine bakması için göndermek zorunda kaldı. Öte taraftan onu, kendisi için
her şeyden değerli olduğunu söyleyerek işini bitirince gecikmeden eve dönmesi
için uyardı. Bölgede az da olsa Hristiyan bulunmaktaydı. Yola çıkan Selman
(r.a), bir kilisenin yanından geçerken, içerde ibadet edenlerin durumu dikkatini
çekti ve içeri girerek onları izlemeye başladı. O, evde hapsedilmiş olduğu için
bu insanların dini hakkında hiç bir bilgiye sahip değildi. Selman (r.a) tarlaya
gitmekten vazgeçerek, büyük bir merak içerisinde, akşama kadar orada kalmış ve
bu dinin Mecusilikten daha hayırlı olduğu kanaatine vararak, onlara bu dinin
kaynağının nerede olduğunu sormuştu. Onunla ilgilenen hıristiyanlar, dinleri
hakkında onu bilgilendirmişler ve bu dinlerinin kaynağının Suriye de olduğunu
söylemişlerdi. Selman (r.a), eve dönmekte gecikince babası endişelenmiş ve onu
bulmak için adamlar göndermişti. Eve dönen Selman (r.a), başından geçen olayı
babasına anlattı. Babası ise ona, gördüğü dinde hiç bir hayrın bulunmadığını ve
atalarının dininin, karşılaştığı dinden daha iyi ve üstün olduğunu söyledi.
Selman (r.a) babasına karşı çıkarak, hıristiyanlığın kendi dinlerinden üstün
olduğu konusunda onunla tartışmaya başladı. Babası, onun bu durumundan
telaşlandı ve ayaklarından bağlayarak onu hapsetti. Selman (r.a), kilisedeki
Hıristiyanlarla irtibat kurarak, Suriye tarafına gidecek bir kervan hazır olduğu
zaman, kendisine haber vermelerini istedi. Böyle bir kervan hazır olduğu zaman,
kendisine verilen haber üzerine evden kaçtı ve bu kervana katılarak Suriyeye
gitti. Burada bir rahibin hizmetine girdi ve ondan Hıristiyanlığın esaslarını
öğrenmeye başladı. Ancak bu rahib, kötü bir kimseydi. O, insanları sadaka
vermeye teşvik ediyor, fakat topladığı bu sadakaları yerlerine sarfetmeyerek
kendisi için biriktiriyordu. Bu rahib ölünce, Selman (r.a), onun yerine geçen
rahibe tabi oldu. Bu kimse zühd ve takva sahibi bir zattı. Ona büyük bir
sevgiyle bağlanan Selman (r.a), ölümü yaklaştığı zaman; kendisine kimi tavsiye
edebileceğini sordu. Rahip ona, tabi olunabilecek tek kişiyi tanıdığını, onun da
Musul'da bulunduğunu söyledi. Selman (r.a), Musul'a gidip, bu kimseye tabi oldu.
Onun ölümü yaklaştığı zaman da ondan yine kimin gözetimine girmesi gerektiği
hususunda tavsiye istedi. Bu zat ona, üzerinde bulundukları itikadta hiç kimseyi
tanımadığını, ancak, Nusaybin'de bulunan bir âlime tabi olabileceğini söyledi.
Selman (r.a) doğruca Nusaybine gitti. Nusaybin'deki rahibin yanında bir müddet
kaldıktan sonra, onun da ölüm döşeğine yattığını gören Selman (r.a), yine kime
uyabileceğini sordu. Bu kimse, ona, uyulabilecek tek bir kimseyi tanıdığını ve
onun Rum diyarında, Ammuriye'de bulunduğunu söyledi. O ölünce Selman (r.a),
Ammuriye'ye gitti. Ammuriye'de bir müddet kaldıktan sonra burada yanında kaldığı
rahibin ölümü yaklaştığı zaman ondan da kime tabi olacağı konusunda vasiyette
bulunmasını istedi. Bu kimse ona, yeryüzünde tabi olunabilecek bir kimsenin var
olduğunu bilmediğini söyledi ve şöyle ekledi: "Ancak bir peygamberin gelmesi
yakındır. O, İbrâhim'in dini üzere gönderilecek ve kavminin arasından hicret
edip, içinde hurma bahçeleri olan iki harra arasındaki bir yere gidecektir. Onun
peygamber olduğunu belirten alâmetleri vardır: O, hediye edilen şeyleri yer,
sadaka olarak hiçbir şeyi kabul etmez. İki omuzu arasında da nübüvvet mührü
bulunmaktadır. Görünce onu tanırsın. O ülkeye gidip ona katılmayı
başarabileceğine inanıyorsan bunu yap" (Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd,
IV, 77-78; İbnul-Esîr, Üsdül-Ğâbe, II, 417-418).
Selman (r.a), burada bir müddet kaldıktan sonra, Kelb
kabilesinden bir tüccarla karşılaştı. Ondan, ülkesi hakkında bilgi aldı ve
bahsedilen nebinin bu bölgedeki bir yerden çıkması gerektiğine kanaat getirerek,
kendisini bir ücret karşılığında birlikte götürmesini istedi. Selman (r.a)'ın
teklifini kabul eden Kelbli Arap onu yanına alarak Hicaz'a doğru yola çıktı.
Ancak, Vadil-Kura'ya geldiklerinde bu kimse Selman (r.a)'a ihanet etti ve onu
köle olarak bir Yahudiye sattı. Vadil-Kura'da hurmalıkları gören Selman (r.a),
kalbi mutmain olmamakla birlikte, Ammuriye'deki rahibin kendisine tarif ettiği
yerin burası olmasını arzuluyordu. Vadil-Kura'da bir müddet kaldıktan sonra,
efendisinin amcasının oğlu olan Kureyzaoğulları'ndan bir kimse tarafından satın
alınarak Medine'ye götürülen Selman (r.a), burayı görünce, hocasının kendisine
bahsettiği beldeye geldiğini anlamıştı. Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'de
peygamberlikle görevlendirilip Medine'ye hicret edene kadar köle olarak hurma
bahçelerinde çalışmış ve sürekli meşgul tutulduğu ve serbest olarak kimseyle
konuşamadığı için, onun varlığından haberdar olamamıştı. Rasûlüllah (s.a.s)
Kuba'ya geldiği zaman Yahudiler, Evs ve Hacrec'in ona iman etmesine kızıyor ve
bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Selman (r.a), hurma bahçesinde bir ağacın
tepesinde çalıştığı sırada Yahudilerden birisi gelmiş ve ağacın altında oturan
Selman (r.a)'ın sahibine (Evs ve Hacrec'i kastederek); "Allah Benu Kayle'ye
lânet etsin. Vallahi onlar şu anda, Mekke'den bu gün gelen bir adamın etrafında
toplanmış bulunuyor ve onun nebi olduğuna inanıyorlar" dedi. Selman (r.a) şöyle
demektedir: "Ben kendi kendime; "bu kesinlikle o peygamberdir" dedim. Öyle bir
titremeye başladım ki; ağacın altında duran sahibimin üzerine düşeceğim
korkusuna kapıldım. Süratli şekilde ağaçtan aşağı inip; "Ne diyor? Bu haber
nedir?" diye sordum. Bunun üzerine efendim bana şiddetli bir yumruk attı ve;
"Bundan sana ne! İşinin başına dön" diye bağırdı. Ben ona; "Sadece duyduğum bu
haberin ne olduğunu anlamak istemiştim" dedim. Akşam olunca Selman (r.a),
biriktirmiş olduğu bir miktar yiyeceği alarak, Kuba'da bulunmakta olan
Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına gitti ve ona; "Senin salih bir kimse olduğunu
duydum. Yanınızda ihtiyaç sahibi olan arkadaşlarınız var. Sizin halinizi
duyduğum zaman, bunları size vermemin daha iyi olacağını düşündüm" dedi ve
getirdiklerini Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına koydu. Rasûlüllah (s.a.s), ashabına;
"Yiyin" dedi. Ancak kendisi bunlardan yemedi. Selman (r.a),
sadaka kabul etmediğini gördüğü zaman kendi kendine; "Bu alametlerin biridir"
dedi. Daha sonra Rasûlüllah (s.a.s) Medine'ye geçti. Selmân (r.a) tekrar bir
şeyler hazırlayarak Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına gitti ve getirdiklerinin sadaka
olmadığını, sadece kendisine hediye olarak vermek istediğini söyledi. Onun
sahabeleriyle birlikte bunlardan yediğini görünce ikinci alametin de onda var
olduğuna kani oldu. Bir zaman sonra Selman (r.a) tekrar Rasûlüllah (s.a.s)'in
yanına gitti. Rasûlüllah (s.a.s) ashabıyla birlikte oturmaktaydı. O, onlara
selam verdikten sonra, Rasûlüllah (s.a.s)'in etrafında dolaşmaya başladı. Onun,
bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlüllah (s.a.s) ridasını kaldırdı.
Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'in sırtındaki mührü gördüğü zaman Ammuriye'deki
rahibin kendisine bahsettiği mührün aynısı olduğunu anladı ve onu öperek
ağlamaya başladı. Rasûlüllah (s.a.s) onu yanına oturtarak halini sordu. Selman
(r.a), oraya ulaşıncaya kadar başından geçen olayları anlattığı zaman,
Rasûlüllah (s.a.s) ve orada bulunan sahabiler bunu hayretler içerisinde
dinlemişlerdi (İbn İshak, es-Sîre, Neşr: M. Hamdullah, İstanbul 1981, 66; Ahmed
b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 77-79; İbnul-Esîr, Üsdül-Ğabe, II,
418-419; Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihul-Hamis, Beyrut (t.y), I,
351-352; Ahmed b. Hafız el-Hakemî, el-Kısasul-İslâmiye, (muhtemelen) Riyad 1976,
I,187-189). Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e geldiği zaman Arapçayı meramını
anlatacak ölçüde bilmiyordu. Onunla Farsçayı bilen bir tercüman aracılığıyla
konuşmuş olduğu rivayet edilmektedir (Diyarbekrî, a.g.e., I, 352).
Selman (r.a)'ın İsfahan'daki köyünde başlayan ve müslüman
olup kölelikten kurtuluncaya kadar başından geçen bu olayları Ahmed b. Hanbel,
İbn Sa'd, İbnul-Esir ve diğerleri, onun kendi anlatımıyla İbn Abbas'dan rivayet
etmektedirler. İbn Sa'd'ın Kurre el-Kindî'den naklettiği başka bir rivayette ise
Selman (r.a)'ın bu kıssası farklı bir şekilde anlatılmakta ve onun, İslam'a
ulaşan yolculuğu esnasında, hıristiyan hocaların vasiyetleriyle, Hıms'a gittiği;
yine buradan tavsiye üzerine Kudüse ulaştığı; burada kendisine tarif edilen zatı
bulup ondan ilim tahsil ettiği; bu kimsenin ona son peygamberin çıkacağı yer ve
önceki rivayetlerde geçen alametleri bildirmesi üzerine Hicaz'a doğru hareket
ettiği ve sonunda Araplardan bir topluluk tarafından köle edilip Medine'de bir
kadına satıldığı nakledilmektedir (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 71-72; diğer rivayetler
için bk. el-Hâkim, el-Müstedrek, Beyrut (t.y.), III, 598, vd.).
İbnul-Hacer, Selman (r.a)'ın müslüman olana kadar hakkında
nakledilen kıssaların birbiriyle farklılıklar arzettiğini, bunların arasını
telif etmenin güç olduğunu söylemektedir (Askalanî, a.g.e., II, 62).
Selman (r.a), Hicret'in beşinci yılına kadar köle olarak
yaşamıştır. Bundan dolayı o, Hendek savaşından önceki gazalara iştirak edemedi.
Uhud savaşı öncesinde Rasûlüllah (s.a.s) ona, efendisiyle mükâtebede bulunmasını
söyledi. Selman (r.a), bunun üzerine efendisine giderek onunla, üçyüz hurma
fidanı temin edip dikmek ve kırk ukıye (1600 yüz dirhem) altın vermek şartıyla
anlaştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), Sahabilere: "Kardeşinize yardım edin
" dedi. Sahabiler güçleri miktarınca fidan temin ederek üç yüz tane fidanı ona
verdiler. Rasûlüllah (s.a.s), ona: "Selman, git çukurlarını kaz. Dikmeye sıra
geldiği zaman onları sen dikme, bana haber ver. Onları kendi ellerimle yerlerine
koyayım"dedi. Selman (r.a), çukurların kazılma işini Sahabîlerin yardımıyla
bitirdi. Rasûlüllah (s.a.s), bahçeye giderek bütün fidanları yerine koydu. Bu
fidanlardan hiç bir tanesi kurumamıştı. Daha sonra, Rasûlüllah (s.a.s) Selman
(r.a)'ı yanına çağırarak, efendisine ödemesi gereken kırk ukıye altını ödemesi
için ona yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi verdi. Selman (r.a): "Bu benim
ödemem gereken miktarı nasıl karşılar ya Rasulallah?" demekten kendini alamadı.
Rasûlüllah (s.a.s) ona, Ey Selman! Allah onunla senin borcunu karşılayacaktır"
dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim
ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı ödedim". Artık böylece Selman
(r.a) hürriyetine kavuşmuş oluyordu (Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd,
a.g.e., IV, 79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 419; onun
azad edilmesi hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekrî, a.g.e., I, 469).
Selman (r.a)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır.
Müşrikler, müttefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla
birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlüllah (s.a.s), şehir
içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin
çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu
durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan istişareler
esnasında Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e, "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda
muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi
savunurduk" deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri
sürmüştü (Taberi, Tarih, II, 566). Bu görüş Rasûlüllah (s.a.s) tarafından uygun
bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması için faaliyete geçilmişti. Selman (r.a),
kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu,
Selman (r.a)'ı sahiplenerek, "Selman bizdendir" dediler. Bunun üzerine
muhacirler; "Hayır Selman bizdendir" demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah
(s.a.s); "Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir" diyerek onu ehl-i beytine
dahil etmiştir (Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83).
Selman (r.a), daha sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah
(s.a.s) ile birlikte bulunmuştur. Mekkeli müşrikler, Medine önlerine geldikleri
zaman şehirle aralarındaki hendeği gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar
daha önce böyle bir savunma usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hendeği
geçmeyi denedilerse de başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hendeğin rolü o
kadar büyük olmuştur ki, bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.
Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'in yanından vefat edinceye
kadar ayrılmadı. Hz. Ebu Bekir (r.a)'ın Halifeliği zamanında da Medine'de
bulunmuştur.
Ömer (r.a) devrinde İslâm ordusu İran'ın fethi için harekete
geçtiği zaman Selman (r.a) da bu orduya katıldı. Selman (r.a) İran asıllıydı.
Bundan dolayı düşman ordusunun durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Farsların
İslâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı.
İranlılar, Kadisi'ye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar
Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey
bulamadılar. Sa'd b. Ebi Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş
güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu
topluca, suları kabarmış bir şekilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (r.a)'in
yanında Selman (r.a) bulunmaktaydı. Sa'd (r.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın
dostlarına yardım edeceğini, dinini üstün kılacağını ve Allah Teâlâ'ya isyan
eden bir topluluğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin
ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (r.a)'a, Selman (r.a) şöyle
demekteydi: "İslâm yepyenidir. Allah, karaları nasıl müslümanların emrine
vermişse, denizleri de onların emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki
müslümanlar nehre nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın
çıkacaklardır". Gerçekten Selman (r.a)'ın dediği olmuş ve müslüman ordusu hiç
kayıp vermeden karşı kıyıya geçmişti (Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbnul-Esîr,
el-Kâmil fi't-Tarih, II, 511-512). İranlı askerler dehşet içerisinde, onların
nehri geçişlerine bakıyorlar ve kendi kendilerine; "Şeytanlar geliyor. Vallahi
bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları değildir" demekteydiler
(Taberi, II, 514). İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye
devam ettiler. Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (r.a)'dı. O,
surun önüne geldiği zaman, İslamın emrettiği şekilde onları üç defa müslüman
olmaya, kabul etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selman (r.a) onlara şöyle
diyordu: "Ben de aslen sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyorum. Eğer
müslüman olursanız bizim kardeşlerimiz olarak aynı haklara sahip olursunuz. Bunu
kabul etmez, dininiz de kalmak isterseniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz.
Bunu da kabul etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız" (Taberi, a.g.e.,
IV,14). Selman (r.a), meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi
olmadığını onlara anlatabilmek için, "Sizden biri olduğum halde Araplar bana
itaat ediyor" diyerek (İbn Hanbel, V, 444) ikna etmeye çalışıyordu. Selman (r.a)
ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine onlara üç gün düşünmeleri için mühlet
verdi. Üçüncü gün sarayda bulunan askerler teslim olmayı kabul ettiler ve
böylece Kisra'nın muhteşem sarayı müslümanların eline geçmiş oldu (Taberi,
a.g.e., IV). Daha önce Behuresirdekileri de o İslâm'a davet etmişti. Ancak
buradakiler, cizye vermeyi de reddedince savaşılarak mağlup edilmişlerdi
(Taberi, aynı yer).
Sa'd (r.a) Medâin'de karargah kurmuştu. Ancak buranın havası,
İslâm askerlerine iyi gelmemiş, iklim değişikliğinden dolayı yüzlerinin renkleri
değişmişti. Bu durumu öğrenen Ömer (r.a), Sa'd'a haber göndererek, müslümanların
yaşamalarına uygun bir yer tesbit edilmesi için Selman (r.a) ile Huzeyfe (r.a)'ı
görevlendirmesini istedi. Bu yer ile Medine arasında ulaşım kolaylığını
engelleyecek bir nehrin bulunmamasını özellikle vurguladı. Bölgede
araştırmalarda bulunan Selman (r.a) ve Huzeyfe (r.a), sonunda Kufe üzerinde
karar kıldılar ve burada ordugah şehri inşa edildi (17/638) (Taberi, a.g.e., IV,
40-41; İbnul-Esir, el-Kamil fit-Tarih, II, 527-528). Selman (r.a) İran'ın fethi
için devam eden askerî harekâtlarda aktif olarak rol almıştır (Taberi, IV, 305;
İbnul-Esir, el-Kâmil fit-Tarih, III, 132).
Selman (r.a), Hz. Ömer (r.a) döneminde Medâin valiliğinde
bulunmuştur. Selman (r.a), Hicri 36 yılında Medain'de vefat etmiştir
(İbnul-İmad, Şezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, a.g.e., II, 63; İbnul-Esîr,
Tarih, III, 287; İbn Sa'd, a.g.e., VI,17). Ancak onun ölüm tarihi hakkında
farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru,
(35) veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında
öldüğü de söylemektedir (İbnul-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 421). İbn Hacer, onun
ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (r.a)'den, İbn
Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (r.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti
delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman
(r.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri
sürmektedir (İbn Hacer, a.g.e., II, 63). Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene
yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının
şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler (el-Askalanî, a.g.e., II, 62;
İbnul-Esîr, Tarih, II, 287; Üsdül-Ğabe, 421). İbn Hacer, Zehebî'nin
rivayetlerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış
olabileceği kanaatine vardığını nakletmektedir (İbn Hacer, aynı yer) ki, gerçeğe
yakın olan da budur. Selman (r.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain
harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Onun bulunduğu yer
Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde
bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.
Selman (r.a), ilim, fazilet ve zühd bakımından Ashabın en
önde gelen simalarından birisi olup, Rasûlüllah (s.a.s)'e yakınlığıyla
tanınmaktadır. Hz. Aişe (r.an), şöyle demektedir:
"Bir çok geceler Selman (r.a) Rasûlüllah (s.a.s) ile yalnız
kalırlardı. Bu beraberlik o kadar sürerdi ki Rasûlüllah (s.a.s) hanımlarından
birinin yanına bile girmezdi" (İbnul-Esir, Üsdül-Ğabe, II, 420). Rasûlüllah
(s.a.s), Hendek savaşı esnasında onun ehl-i beytinden olduğunu ilân etmişti.
Hz. Ali (r.a) onun hakkında; "Ona evvelkilerin ve
sonrakilerin ilmi verilmiştir. Onda bulunan bu ilme ulaşılamaz" demiştir. Başka
bir zaman da: "O bizim ehl-i beytimizdendir. Aranızdaki konumu Lokman Hekim
gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan bir denizdir" demiştir. Muaz
(r.a) kendisine gelenlere ilmi, aralarında Selman (r.a)'ın da bulunduğu dört
kişiden talep etmelerini söylemiştir. Onun ilmi hakkında yapılan övgüler
Rasûlüllah (s.a.s)'in söylediği; "Selman ilme doyuruldu" (İbn Sa'd, a.g.e., IV,
85). Sözüne dayandırılmaktadır. Selman (r.a), Ebu Derdâ' (r.a)'ın gece boyu
namaz kıldığı ve sürekli oruç tuttuğunu gördüğü zaman onu bundan alıkoyup
hazırlanan yemekten yiyerek orucunu bozması konusunda ısrar etmiş ve ona;
"Üzerinde gözünün hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen
tutma; bazen namaz kıl, bazan ara ver" (bunları nafile olan ibadetleri için
söylemiştir). Ebu'd-Derdâ' bu durumu Rasûlüllah (s.a.s)'e ilettiği zaman o;
"Selman senden daha âlimdir" dedi ve bunu üç kere tekrarladı (İbn Sa'd, a.g.e.,
IV, 85-86).
Hz. Ömer (r.a), ona büyük bir saygı gösterirdi. Ümmetin
idaresinin sorumluluğu altında ezilen Ömer (r.a), duyduğu bir endişesini dile
getirerek Selman (r.a)'a şöyle sormuştu: "Ben bir melik (kral) miyim, yoksa
halife miyim?". Selman (r.a) ona şöyle karşılık verdi; "Eğer sen müslümanların
toprağından bir dirhemden az veya fazla bir para alır, sonra onu, haksız bir
şekilde sarfedersen, sen halife olmayıp bir melik olursun" (Taberi, a.g.e., IV,
211; İbnu'l-Esir, Tarih, III, 59).
Hz. Ömer (r.a), fey gelirlerini taksim ederken, Selman
(r.a)'a dört bin dirhem hisse ayırmıştır. Bazı kimseler, "Halifenin oğlu
(Abdullah) üç bin beşyüz dirhem alıyor, bu Farslı ise dört bin dirhem alıyor"
diyerek bu durumu garipsemişlerdi. Oradakiler: "Selman, Rasûlüllah (s.a.s) ile
Abdullah'ın katılmamış olduğu bir çok savaşa katılmıştır" diyerek cevapladılar
(İbn Sa'd, IV, 86). Başka bir rivayette, Ömer (r.a), Fey gelirlerinden
müslümanlara maaş bağlamak için Divanul-Atâ'yı tesis ettiği zaman, Sahabiler
için İslâm'daki öncelikleri ve katıldıkları savaşları göz önüne alarak bir
gruplandırma yaptığı; Selman (r.a)'ı, Hasan (r.a), Hüseyin (r.a) ve Ebu Zer ile
birlikte olmadıkları halde Bedir ehlinden sayarak alacakları miktarı beş bin
dirhem olarak kararlaştırdığı bildirilmektedir (Taberi, a.g.e., III, 614).
Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Cennet üç kişiyi
özler. Ali, Ammar ve Selman" (Tirmizi, Menâkıb, 34).
Selman (r.a), son derece mütevazi ve kanaatkar bir hayat
yaşamıştır. O, Medain'de vali bulunduğu ve çoğu devlet memurlarından fazla
gelire sahip olduğu halde günlük yaşamı, son , derece sadeydi. O, köle olduğu
zaman nasıl giyinir ve nasıl gezerdiyse Medain valisi olduğu zaman da aynı hal
üzere devam etmişti. O, eline geçen parayı tasadduk eder ve kendi emeğiyle
ürettiği şeylerden başkasını yemezdi. Tanımayan birisinin, onun vali olduğunu
anlaması mümkün değildi. Medain sokaklarında yürürken Suriye tarafından gelen
bir tüccar, üzerinde alelade bir aba ile gördüğü Selman'ı çağırarak yüklerini
taşımasını istedi. O, hiç tereddüt etmeden yükleri sırtına aldı ve adamla
birlikte yürümeye başladı. Onu bu halde görenler, "Bu validir" dediklerinde
adam; "Seni tanımıyordum" diyerek özür diledi. Selman (r.a) ona, "Hayır bunları
evine kadar götüreceğim" diyerek yoluna devam etti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 88;
buna benzer diğer bir olay için bk. aynı yer).
Bazı kimselerin giyiminden dolayı kendisine dil uzatmaları ve
hafife almalarına karşı hiç bir tepki göstermemiştir. Bir defasında iki genç
asker yanından geçerlerken, onu göstererek; "Emiriniz budur" diyerek
gülüyorlardı. Selman (r.a)'ın yanındaki adam ona, "Ey Ebu Abdullah! Şunların ne
dediğini görüyor musun?" dedi. Selman (r.a) ona şöyle dedi: "Onları bırak. Hayır
ve şer bu günden sonradır. Eğer toprak yemeyi becerebilirsen onu ye de, iki
kişiye dahi olsa emir olmaktan kaçın. Mazlumun ve sıkışık durumdaki kimselerin
duasından sakın. Çünkü onların duaları ile Allah Teâlâ arasında perde yoktur"
(İbn Sa'd, a.g.e., IV, 87-88). Selman (r.a) çok cömert bir kişiliğe sahipti.
Eline geçen her şeyi fakirlere bölüştürürdü (İbnul-Esîr, Üsdül-Ğâbe, II, 420).
O, hiçbir zaman sadaka kabul etmemiştir. Çoğu zaman eline
geçen parayla hemen et alır ve onu pişirerek, hadis ehlini çağırır ve birlikte
yerlerdi (İbn Sa'd, IV, 9).
Selman (r.a), ölüm döşeğine yattığı zaman, ziyaretine giden
Medain valisi Sa'd b. Malik ve Sa'd b. Mes'ud onu ağlarken buldular. Neden
ağladığını sorduklarında o şöyle cevap vermişti: "Rasûlüllah (s.a.s) bizden bir
ahid aldı. Hiç birimiz onu koruyamadık. O bize şöyle demişti: "Sizin dünyadaki
geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun ".
Onun ilmi ve takvası diğer sahabileri de etkilemekteydi. Zira
onu ziyarete giden Sa'd b. Ebi Vakkas, kendisine nasıl davranması gerektiği
şeklinde tavsiyede bulunmasını istemişti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 90-91).
Selman (r.a), sık saçlı, uzun boylu bir kimseydi. Onun
Medâin'de Bukeyre adında bir hanımı vardı (İbn Sa'd, IV, 92). Selman (r.a),
Medine'deyken Hz. Ömer (r.a)'in kızını ondan istediği, fakat, Amr b. el-Âs'ın bu
konuda Selman (r.a)'ı kızdırması üzerine bundan vazgeçtiği nakledilmektedir (İbn
Abdırrabbih, Ikdu'l-Ferid, Beyrut 1949, VI, 90). Ancak onun ailesi hakkında açık
rivayetler bulunmamaktadır.
Sufiler, Selman (r.a)'ı Ashabul-Suffe ile birlikte tasavvufun
kurucularından biri olarak kabul ederler. Bir çok tarikat silsilesi ona
dayandırılmaktadır. O, Rasûlüllah (s.a.s)'in berberliğini yaptığı için Futuvvet
teşkilatına bağlı berberlerin piri olarak kabul edilmekteydi. Selman (r.a)'ın
sahip olduğu haklı şöhreti, bütün müslümanların ona karşı içten bir sevgi
duymalarına sebep olmuştur. Sünnî müslümanlar onun adını büyük bir sevgiyle
anarlar. Ehli beytten sayılması, Şiilerin ona karşı farklı bir ilgi
göstermelerine sebep olmuştur. Hacdan dönen Şiiler Kerbela'dan sonra onun
mezarını ziyaret etmeyi ihmal etmezler. Ayrıca, Şiiler, Hz. Ali ve Ehli Beyt
hakkıntla rivayet olunan hadislerin çoğunu ona isnad ederler. Gulat-ı Şia
ekollerinde ise o, ilahî sudur sırasında Ali (r.a)'den hemen sonra yer alır.
Nusayriler ise onu, üç gizli harften biri kabul ederler. Nusayriliğin teslis
akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayn Ali'yi, mim Muhammed
(s.a.s)'i, sin ise Selman'ı ifade eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab ise
Selman'dır. Buna göre o Nusayrî teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü
had'dır. Durzîler ise, Kur'an'ın Selman'a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur'an'ı
ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları inanç sistemlerinde
diğer bir kaç sahabi ile birlikte Selman (r.a)'ı temel unsur olarak kullanmışlar
ve ona çeşitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin gerçekte mutedil Şia
ile alakaları yoktur. Zira muhtevâlarındaki inanç prensipleri gözönüne alındığı
zaman İslamî şahsiyetlerin isimlerini kullanarak putperest bir inanç sistemi
meydana getirdikleri görülecektir.